31 Aralık 2012 Pazartesi

28 Aralık 2012 Cuma

Şiirli Esprili Yeni Yıl Dileklerim

YENİ YIL DİLEĞİ Yeni yılda hep mutluluk ezgileri çal İçtiğin şerbet olsun, yediğin bal Mutluluk yağmuru yağdığında Şemsiyesiz kal! ************ Hiç solmasın gönül bahçemizdeki gülümüz Neşe, sevinç dolu geçsin her günümüz Hep ötsün dalımızda gönül bülbülümüz Islanalım mutluluk yağmuruyla gece gündüz *********** Ne kendin üzül ne de başkasını üz Olsun önündeki bütün engeller düz İç sevgi dostluk şerbetini kana kana Mutluluk denizinde yüz gece gündüz Erhan TIĞLI *********** YENİ YILDA Ne kendin üzül ne de başkasını üz Olsun önünde bütün engeller düz İç doyasıya sevgiyi kadehler dolusu Mutlu ol, mutlu kal, gece gündüz. *** Yeni yılda yeniliklerle kucaklaş Hep doğruya iyiye güzele ulaş Ne üzül ne de bir köşeye büzül Mutluluğun masmavi göklerinde Yakamoz renkli bir kuş ol, süzül!

TERK-İ DİYAR HİCRAN: YENİ YIL MESAJLARI VE YENİ YIL RESİMLERİ CHRİSTMAS...

TERK-İ DİYAR HİCRAN: YENİ YIL MESAJLARI VE YENİ YIL RESİMLERİ CHRİSTMAS...:   ♥ 2013 yılının sağlık, mutluluk, başarı ve bol kazanç getirmesi dilekleriyle. Neşe dolu yıllar!    ♥ Sevgi bestesinin tınılarını yüre...

20 Aralık 2012 Perşembe

DİLEK

Gülelim gülüşelim mutluluğu bölüşelim söndürelim zulmün ateşini gülüşmelerimizle gül bahçesine dönüşelim güzelliklerin doruğuna erişelim

19 Aralık 2012 Çarşamba

Çiçekli bir video

https://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=ZzjoR-mrEC8

16 Aralık 2012 Pazar

İŞE YARA

Düşeni yerdn kaldır sil gözünün yaşını kimsesiz çocukların yedirme namertlere ekmeğini aşını Kötüleri taşa tut iyilere gül taşı Sevgi ve dostluk olsun gönlünün arkadaşı

14 Aralık 2012 Cuma

Milliyet...

GÜLÜŞTÜR GÜL

Gül doğanın gülüşüdür tüm çiçekler de şiir... Somurtan kişiler ise çalıdır dikendir gözümüzü gönlümüzü üşütür

13 Aralık 2012 Perşembe

KERESTE

Dağdan inme kereste kuşu çok sever ama tutmak ister kafeste Yoksula yardım etmez bahşiş verir bir deste! Kirletmekte hızlıdır temizlikte aheste...

9 Aralık 2012 Pazar

Yağmur Duası

YAĞMUR DUASI Aylardır bekliyorum, yağmıyorsun bir türlü. Yağ artık yağ! Yağ da temizle kiri tozu, sil at hüznümüzü, kuraklığımızı, mutsuzluğumuzu. Aşk ol yağ, bereket saç doğamıza; sararan yapraklarımız yeşersin, ağaçlarımız canlansın, çiçeklensin, meyve versin. Yağdır mevlam su! Gökyüzüne bakmış, “Yağmur yağacak galiba” demişti. Bir türkü düşmüştü usuma: “Yağmur üstüme üstüme/ Varsın yağsın küçük hanım/ Ben yağmurdan yaştan değil/ Aşkından sırılsıklamım...” Ama söyleyememiştim, “Elleme, yağsın” diye espri yapmıştım. Gülmüştü. Ne güzel gülüyordu. Gülüşünün yağmuru billur bir bardaktan şakır şakır dökülüyordu... Ne olursun yağ yağmur, yoksa ben yağacağım. Zaten kafam bulutlu; bu gidişle ayı, yıldızları siyaha boyayacağım. Damlalarınla sırılsıklam olmak istiyorum. Onunla gene yağmur altında koşmak, sevgiyle coşmak, senin sayende yanıma sokulmuş o sevgili vücuda gene sımsıkı sarılmak istiyorum. Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/ Sevgilimin giysisi uzundu, eteği çamur. Şarkı söylemek istiyorum. Şarkı olmak, o kiraz dudaklarda yer almak istiyorum. Hava açık, günlük güneşlikti. Onunla kırda dolaşıyorduk. Dosttuk, arkadaştık; havadan sudan konuşuyor, dertleşiyorduk. Çiçeklere konan arılara, kelebeklere bakıyor, yutkunuyordum. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmamak istiyordum. Züğürt tesellisi de olsa, “âşık gibi sevmezsen, kardeş gibi sev beni” şarkısına sığınıyordum Açılmasına açılırdım ama ya, ben seni dost, arkadaş biliyordum. Demek ki niyetin başkaymış. Meğerse saman altından su yürütüyormuşsun, derse ne yapardım ben? Sevgilisi olayım derken arkadaşlığından da olur, onu büsbütün yitirirdim... Sen bizi birbirimize daha çok yakınlaştırmak için bir oyun oynadın. Birden yağmaya başladın. Ne güzel bir oyundu bu. Teşekkür ederim. Bir daha teşekkür etmek istiyorum, senden yardım bekliyorum. Ne olur, onunla birlikteyken bir daha yağ. Yağ da delinsin üstümüzdeki ağ, yıkılsın gönlümüzdeki dağ... Birden kara bulutlar kaplayıverdi gökyüzünü. Şiddeti bir yağmur başladı. Ne yapacağımızı, nereye kaçacağımızı bilemedik. Ceketimi çıkarıp başımızın üstüne koydum. Birbirimize iyice sokularak koşmaya başladık. Bir süre sonra sığınacak bir yer bulmuştuk ama sırılsıklam ıslanmıştık. Etrafımızda yardıma koşacak kimse yoktu. Hastalanmamak için üstümüzdekileri birer birer çıkardık, birbirimizin soyunmasına, ıslaklıktan kurtulmasına yardım ettik. Nefesim nefesine karıştı, eli elimle, gözü gözümle buluştu. Hele bir de şimşek çakınca korkup vücuduma sarılması, benim ona korkacak bir şey olmadığını söyleyip saçlarını, kollarını okşamam daha da yakınlaşmamızı sağladı. Dudaklarımız birbirini buldu, iyice kenetlendik. Yağmur çamur umurumuzda değildi artık. Dünyayı, savaşları, ihanetleri unutmuştuk. Sadece sevişmemiz vardı hiç bitmemesi istenen, yinelenen. Dudaklarım dudaklarından, ellerim ellerinden ve bacaklarından hiç ayrılmak istemiyor, o da sırtımda birleştirdiği ellerini, kollarını çözmüyordu. Uzaklaşmıştık ekonomik dar boğazlardan, demeçlerden, söylevlerden. Denizi yakamozlu başka, bambaşka bir ülkeye uçuyorduk, sevda kuşunun kanatlarına tutunup. Yağmurun sesi kulaklarımızda müziğe dönüşüyor, ellerim göğsünde, göğsü kollarımda şiirleşiyordu... Böyle ne kadar kaldık bilmiyorum. Gözümüze vuran güneş ışığı bizi kendimize, yoz dünyaya geri getirdi. Yağmur dinmiş, gerçeklerin acımasız çiğ ışığı tekrar eski maskeli günlere dönmek gerektiğini duyurmaya başlamıştı. Hiç konuşmadan giyindik, dışarı çıktık ve önümüze bakarak yürümeye başladık. Büyü bozulmuş, duygular egemenliğini yitirmişti. Sevişmemiz yağmurla gelmiş, gün ışığıyla çekip gitmişti. Onunla ayrı dünyaların insanıydık, sadece dost olabilirdik. İkimizin de gönlünde aşk acısı vardı. Üstelik zevklerimiz, görüşlerimiz uymuyordu. Ben onunla kadın erkek ilişkisini sürdürmek isterdim ama o bunu istemiyor, “Böylesi daha iyi. Birbirimize acı çektirmeyelim, arkadaşlığımıza zarar vermeyelim” diyor, o konu ne zaman açılsa hemen kapatıyor, kapattırıyordu. Israr etsem benden büsbütün kopacağını hissettiğim için duygularımı içime gömmek zorunda kalıyordum. İşte gene o güzel günü anıyorum. “Beraber yürüdük biz bu yollarda/ Beraber ıslandık yağan yağmurda” diye mırıldanıyorum, içimi çekiyorum. Ah o yağmur bir daha yağsa, ıslansak, bir yere sığınsak, şimşek çakıp onu korkutsa, o korkuyla bana sarılsa, sımsıkı sarsam, hiç bırakmasam, yağmur dinmek bilmese... Yağ ne olursun gece gündüz. Barajlarımız dolup taşsın, insanlığımız karlı dağları aşsın, çiçekli bahçelere, yemyeşil bağlara ulaşsın. Yağ da temizle kirimizi pasımızı, sil gönül yasımızı, dindir hüznümüzü, acımızı. Senden aldığımız güçle savaşalım kötülüklerle, çirkinliklerle, sevmeyi, aşık olmayı ayıp, günah sayan, yasaklayan gelenekleri, kuralları yerle bir edelim, yediveren gülleri açtıralım içimizde. Hadi ne olursun yağ, yağ be! Erhan Tığlı

7 Aralık 2012 Cuma

Geceyi İçmek

GECEYİ İÇMEK Dertler sıyrıldı kınından İçimdeki gök ekini biçti Duygular dev oldu Düşünce cüce Çözülmedi bir türlü bilmece Yol gösterdi karanlık ece Söz dinledi gönül Sarhoşluğu seçti Geceyi içmek istedim Gece beni içti...

3 Aralık 2012 Pazartesi

30 Kasım 2012 Cuma

Hüner Coşkuner'den bir şarkı

http://youtu.be/fVeeqWg1ZYw

SENDE BULDUM SENDE GÖRDÜM

SENDE BULDUM SENDE GÖRDÜM Ben şiir yazan gözleri doğadaki renkleri güzellikleri gönülde gül açtıran sözleri sende buldum sende gördüm *** Ben şiir yazan gözleri doğadaki renkleri güzellikleri gönülde gül açtıran sözleri sende buldum sende gördüm ***
Senden aldığım güçle mutluluğu ve sevgiyi ilmek ilmek dokudum ördüm Anladım ki en sonunda ben seni sevmeden önce hem sağır hem kördüm Erhan Tığlı

29 Kasım 2012 Perşembe

oyun havası

http://youtu.be/Dtl7Bv5tjOs

Temelli bir fıkra

Temel akşam eve gelmiş Fadime boynuna sarılarak karşılamış onu. 'Temel'um harika bir haberim var. Bir ay geciktim. Herhalde bir bebeğimiz olacak, Doktor bu sabah test yaptı. Sonucunu alana kadar lütfen kimseye söylemeyelim! ' demiş heyecanla. Ertesi sabah Trabzon Elektrik idaresinden bir görevli son faturayı ödemedikleri için kapıyı çalmış: 'Siz Fadime misiniz? Biliyor musunuz bir aylık gecikmeniz var.' 'Bir aylık gecikmem olduğunu siz nereden biliyorsunuz? ' demiş Fadime hayretle. 'Bu dosyalarımızda açıkça görünüyor.' 'Ne? Dosyalarınızda mı?' 'Kesinlikle! ' 'Beyefendi, bu gece eşimle bu konuyu görüşürüm!' demiş. Fadime korkuyla ve akşam olanı biteni Temel'e anlatmış. Temel ertesi sabah kızgın bir boğa gibi Trabzon Elektrik idaresine dalmış: 'Neler oluyor burada? Karim bir dosyadan bahsetti. Aylık gecikmesi ile ilgili!' diye bağırmış Temel. 'Sakin olun. Ciddi birşey değil!' demiş memur. 'Bu gecikme için bize borçlusunuz!' 'Size borçlu muyum? Ya ödemezsem?' 'O zaman sizinkini kesmek zorunda kalacağız!' 'Ama o zaman Fadime ne yapacak?' 'Bilmiyorum! ' demiş memur. 'Hanımefendi artik mumla falan idare eder...

25 Kasım 2012 Pazar

Mutluluğun Kokusu

Dostum birden soruverdi: - “Bir insanın mutlu olduğu nasıl anlaşılır?” Şöyle düşünmüş olmalıyım: - “Bilmem gözlerinin parlaklığından, neşesinden, belki yüzüne vuran iç aydınlığından.” Dostum hepsini kabul eden, ama yeterli bulmayan bir el işareti yaptı: - “Bunlar doğrudur. Mutluluk saklanamaz. Mutluluk insanın içinden sızar,bir yerlere girer, orayı değiştirir. Bir de kokusu vardır. Bilir misin mutluluk kokar.” - “Mutluluğun kokusu mu?” Doğrusu duymamıştım. Dostum anlayışla baktı: - “Doğrudur, duymamışsındır. İnsanlar pek fark etmezler. Oysa, her ruh halinin kendine özgü bir kokusu vardır. Eğer insanlar koku duygularını kaybetmeselerdi, bunları da bilirlerdi. Ama bir çok şey gibi bunu da kaybettiler.” - “Yani, önceden biliyorlar mıydı?” - “Elbette, biliyorlardı. Bak hayvanların birbirleriyle iletişim kurmalarında koku nasıl önemli bir rol oynar.” - “Evet ama konuşamadıkları için..” Dostum biraz sabırsız, sözümü kesti: - “İnsanlar konuştukları için artık kokuya gerek duymuyorlar değil mi? Şimdi sen bana insanların konuştuklarını mı söylüyorsun?” Artık yanıt vermiyordum. Dinlemeyi sürdürdüm. Dostum: - “Sen de biliyorsun ki insanlar gerçekte konuşmuyorlar. Konuşur gibi yapıyorlar. Öğrendikleri sözcükler var. Birbirlerine onları söylüyorlar. Gerçekte çok azı, çok az zaman için konuşuyor. Onlara da dikkat et, duygu sözcükleri yoktur. Birbirlerine söylemeleri gereken sözleri söylerler., Onun için de çoğunlukla birbirlerini dinlemezler. Gerçekte konuşmayan,gerçekte dinlemeyen insanlar iki önemli iletişim aracını da kaybettikleri için artık anlaşamıyorlar. Koku ve dokunma. İşte gerçek iletişimin iki yolu. İnsanlar ikisini de unuttu.” Onu biraz kışkırtmayı denedim. - “Şimdi insanların birbirlerini koklamalarını mı söylüyorsun?” Umutsuz ve kırgın bir bakışla baktı: - “Keşke ne dediğimi anlasalardı da söyleseydim. Koklamak, öyle incelikli bir duygudur ki, bugünün insanına öğretilmesi gerekir. Zavallı koku alma duygumuz. Öylesine kötü kokularla bozuldu ki, yeniden eğitilmesi gerekiyor. Biliyor musun, insanlar insan kokusunu bile alamıyor. Bir kadının kokusu. Bir erkeğin kokusu. Çocuğun kokusu. Yaşlı insanın kokusu. Umudun kokusu. Bezginliğin kokusu. Hayata kırılmanın kokusu. Mutluluğun kokusu. İnsanlar bütün bunları unuttular. Dokunma da öyle insanlar bunu da unuttu. Bir elin el üstüne konması. Bir omuzun omuza dayanması. Bir sırtın sırta dayanması. Ayakların birbirine sarılması. Bedensel dokunma. Unuttuğumuz ne çok şey var.” Günümüz insanını savunmak istedim: - “Ama sözcükler var, yazı var. Belki o yüzden unutmuşuzdur.” Dostum biraz dalgınlaştı: - “Evet yalanların aracı sözler, yalanların aracı yazılar. Bir türlü içimizden geleni söylemeyi, yazmayı bilemediğimiz için yalanlarımızın aracı olanlar. Beden yalan söylemez, dokunuşun yalan söylemez. Bunlar gerçekleri iletir. Sadece gerçekleri. Parfüm dünyasının gerçek bir uzmanı şunları söylemişti: Parfümler doğanın verdiklerine insan ustalığının katılmasının ürünüdür, ama hiçbir parfüm kadın tenine değmeden gerçek bir koku değildir. Parfüme kişiliğini veren, kadının özel ten kokusudur. Onun içinde parfüm her kadında birbirinden farklı özellikler kazanır. Parfüm sürmenin ustalığı, bu karışımın oluşmasına yardımcı olacak ölçüde biçimde sürmeyi bilmektir. Böyle sürülmediği zaman kadın sadece parfüm kokar, ama sürmesini bilen kadının kendisi kokar. Önemli olan da parfüm değil, kadının özel kokusudur. Bu özel kokuyu kadının kadının giydiği eşyaların durduğu gardropta, çamaşırlarında, özel yerlerinde bulabilirsiniz. Dikkat edin özel kokusunu tanımadığınız hiç bir kadını gerçekte tanımış sayılmazsınız. Ne yazık ki insanın kokusuna önem vermeyi bilmiyoruz. Sonra bir gün “mutluluğun kokusunu” tanıyacaksınız. Tenin hafifçe pembeleştiğini göreceksiniz. Güneşin ilk ışıklarına eşlik eden tozpembedir bu. Mutluluğun biraz utangaç, biraz ürkek, biraz çekingen başlayan, ama sonra cesaretle yayılan, güç veren, kendini duyuran özel pembesi. Bu pembeliğin üzerine dikkatle bakacaksınız. Orada buğulu bir nemlenme göreceksiniz. Hep uçan, hep havaya karışan, hep yenilenen uçucu bir nemlenme. Görenlere Sende bir şey var, aşıksın galiba dedirten bir bahar tazeliği, filiz tadı. Yaklaşın o tene. Yaklaşın ve mutluluğun kokusunu duyun. Birbiriyle uyum içinde binlerce kokunun süzülmüş kokusunu duyun. Pembeden eflatuna, deniz mavisinden güneş sarısına değişen gökkuşağı renklerindeki özel kokuyu. İnsanı rahatlatan, dinlendiren, coşturan, kıpırdatan, susturan, konuşturan mutluluk kokusununu duyun. Dünyanın en güzel kokusu budur. Bebeğin annesinden aldığı koku budur. Annenin bebeğinden aldığı koku budur. Seven insanın sevilen insandan aldığı koku budur. Ama bu koku kendiliğinden olmuyor. Buna emek vermek gerekiyor. Sabahların, gecelerin, günışıklarının birbirine karışması gerekiyor. Umutsuz günlerde, umutlu günlerde birbirinin değerini bilmek gerekiyor. mutluluk kokusudağlarda, ırmaklarda değil. Bu koku yalnız insanda. İnsanın insan da yarattığı koku bu. İnsanı insan kılmanın kokusu. Sevginin kokusu. Güvenin kokusu. “İyi ki sen varsın”ın kokusu. “Keşke şimdi yanımda olsaydın”ın kokusu. “Seni Seviyorum”un kokusu. “Beni seviyor”un kokusu.

21 Kasım 2012 Çarşamba

Öğretmenin Sesi

ÖĞRETMENİN SESİ Orta yaşlı adam, koltuğundaki evrak dosyasıyla resmi daireden içeri girdi. Yorgun olduğu belli oluyordu. “Her gün bu daireye gide gele usandım be!” diye söylendi. “İşim bir türlü olmuyor, yokuşa sürülüyor. Ne yapmalı bilmem ki? Bugün ne olacak bakalım!” Orada gördüğü bir sandalyeye oturup biraz dinlenmek istedi. Tam sandalyeye oturmak üzereydi ki, hizmetli koşarak geldi: “Dur bakalım” diye bağırdı. “O sandalyeye oturman için sana kim izin verdi?” Adam hayretle, “Bu sandalyeye oturmak için izin almak mı gerekir?” diye sordu. “Tabi ya, dedi hizmetli. Belki o sandalye başkasınındır. Adam bir sorar be!” Öğretmen etrafına bakındı, “Kime sorulacak?” dedi. Hizmetli diklendi, “Kime olacak, bana!” diye bağırdı. “Biz burada eşekbaşı mıyız?” “Yahu git kardeşim başımdan” dedi adam. “Zaten yorgunum. Bir de seninle uğraşamam. Ekşiyip durma!” “Ben senin nereden kardeşin oluyorum, vazife başında memura hakaret ha! Gösteririm ben sana. Ekşimek senin gibilerinin işidir.” “İlle de bir şey göstermek istiyorsan müdür beyin odasını göster.” “Ne yapacaksın müdür beyi?” “Bu da sorulur mu? Turşusunu kuracak değilim her halde!” Hizmetli gene sinirlendi, tehditle parmağını salladı: “Ağzını bozma, fena yaparım sonra. Müdür beyin odası şurası ama giremezsin” diyerek bir yeri işaret etti. “Niye giremezmişim?” “Yasak. Müdür beyin işi var. İçeriye kimseyi almamamı söyledi.” “Şu sandalyeye oturup işi bitinceye kadar bekleyeyim bari.” “Hayır. Orada oturamazsın. Hizmetlilere aittir o sandalye.” Adam çaresizlik içinde ellerini iki yana açtı: “İçeri girmemi engelliyorsun, burada beklememe karışıyorsun. Sen insanı deli edersin vallahi. Bu kadarı da olmaz yani.” “Fazla konuşma, alırım ifadeni. Müdür beyin işinin ne zaman biteceği belli olmaz. En iyisi, sen bugün git, yarın gel!” “Gide gele yol ettim burasını. Yeter artık be! Azmettim, işimim bitirmeden bir yere gitmeyeceğim. Var mı bir diyeceğin?” Hizmetli bıyık altından güldü: “Dur bakalım. Sen bu kafayla daha çok gider gelirsin” diye konuştu. Öğretmen eliyle para işareti yaptı: “Elimi azıcık oynatsam işim hemen olurdu değil mi?” Hizmetli yumruklarını sıktı: “Bana bak, çok ileri gittin sen, diye bağırdı. Bizi rüşvetle mi suçluyorsun?” “Kimseyi suçlamıyorum, dedi adam. Bu işler çoğu zaman böyle oluyor.” Hizmetli, adamın üzerine yürüdü, dövecekmiş gibi elini kaldırdı: “Suçluyorsun, diye bağırdı. Onlar orada birbirleriyle çekişirlerken müdür yanlarına geldi, öfkeyle: “Ne oluyor burada?” diye bağırdı. “Bu ne gürültü böyle?” “Hadise çıkarıyor efendim, dedi hizmetli. İsterseniz polise teslim edelim.” “Hayır efendim, dedi adam. Suç kendisinde, vatandaşa güçlük çıkarıyor.” Müdür adamın sesini duyunca kendi kendine: “Ben bu sesi bir yerden tanıyorum ama nerden?” diye söylendi. “Ünlü birinin sesine benziyor. Açık vermeye gelmez. (Böyle dedikten sonra adama döndü) Tamam efendim, sinirlenmeyin. Hallederiz işini” diyerek onu içeriye aldı.(Hizmetliye döndü) “Beyefendinin elindeki dosyayı al, gerekli yerlere ilet. Hadi durma, yürü!” diye bağırdı. Hizmetli şaşırdı, “İyi ama efendim...” diye kekeledi. Müdür yüzünü buruşturarak ona eliyle gitmesini işaret etti: “Hadi, ne söylüyorsam onu yap. Fazla konuşma. Çabuk git gel!” dedi. Hizmetli boynunu bükerek, “Baş üstüne efendim” diyerek dışarı çıktı. Müdür, odasındaki koltuğu işaret etti: “Şöyle buyurun efendim, dedi. İşiniz tamamlanıncaya kadar burada oturup istirahat edin. Merak etmeyin. Çok beklemeyeceksiniz.” Adam teşekkür ederek koltuğa oturdu. Kendi kendine, “Müdür bana niye bu kadar ilgi gösteriyor acaba, hangi dağda kurt öldü?” diye mırıldandı. Müdür, adama sigara tuttu. “Teşekkür ederim. Kullanmıyorum.” Müdür, özür dileyen bir tavırla: “Sormam bile hata, dedi. Sigara sesinize zarar verir diye içmiyorsunuz değil mi?” “Böyle bir kaygım yok, dedi adam. Sağlığa zararlı diye içmiyorum.” Müdür, sigara paketini cebine koyarak, “Ne mutlu size! Ben bir türlü bırakamıyorum bu mereti” diye içini çekti. “İnsanın alışkanlıklarından sıyrılması zor tabi ama azmederseniz bırakırsınız. Azmin elinden bir şey kurtulmaz” dedi adam. Müdür yapmacık bir tavırla: “Nasılsınız, işleriniz nasıl gidiyor, yeni projeleriniz var mı?” diye sordu. Adam güldü, “Teşekkür ederim. İyi diyelim de iyi olalım. Siz nasılsınız?” Müdür içini çekti, “Teşekkür ederim. İyiyim ama sizin kadar değil.” “Yok canım, daha neler...” “Siz iyi olmayacaksınız da biz mi iyi olacağız?” Adam acı bir gülüşle, “Doğru! Sadece oynamak için zillerimiz eksik” diye konuştu. Müdür onun alaycı sözlerini duymazlıktan geldi. “İşiniz zevkli, kazancınız yerinde. Sizin yerinizde olmak isterdim doğrusu.” “İşim zevkli ama kazancım yerinde değil.” “Boşuna itiraz etmeyin. Bir de bana bakın. Akşama kadar dört duvar arasında çile dolduruyorum. Rahat yüzü gördüğüm yok.” “Eğer çile doldurmak buysa” diye dudak büktü adam. Müdür, adamın kulağına eğildi: “Çok hayranınız vardır değil mi?” diye sordu. “Üç beş hayranım vardır belki ama onlar da işleri bitince arayıp sormazlar.” “Aman efendim, çok alçakgönüllüsünüz.” “Alçak olmaktansa alçakgönüllü olmak iyidir.” O sırada hizmetli içeri girdi, elindeki dosyayı müdüre verdi. Müdür imzalayıp adama uzattı, “Buyurun. İşiniz tamam” dedi. Adam dosyayı alırken şaşkın bir tavırla: “Sahi mi?” Diye sordu. “Beni günlerce niye beklettiler öyleyse?” “Kusura bakmayın. Sizi tanıyamamışlardır, dedi müdür. İşiniz bittiğine göre, buyurun, bir şeyler içelim birlikte. “İşim acele, dedi adam. Başka zaman içeriz.” Müdür ayağa kalkarak adamın elini sıktı: “Öyleyse güle güle size. Bunu saymam. Gene beklerim. Muhakkak gelin ama.” Adam kapıya doğru yürürken, “Olur. Gelmeye çalışırım” diye konuştu. Müdür onu durdurdu: “Kusura bakmayın, dedi. Sesiniz bana yabancı gelmedi. Ses sanatçısı mıydınız?” Adam alayla güldü: “Yok canım. Nerde bizde o şans?” “O zaman muhakkak bir tiyatroda, televizyon dizisinde oynuyorsunuz.” “Yaptığım iş tiyatroya benziyor ama değil!” “Anladım! Televizyonda, sinemada seslendirme yapıyorsunuz.” “Sınıfta yapıyorum ben o seslendirmeyi.” “Efendim? Anlayamadım. Sakın sunucu falan olmayasınız?” “Evet, sunucu sayılırım bir bakıma. Her gün bir şeyler sunuyorum öğrencilerime. Daha hâlâ anlayamadınız mı? Öğretmenim ben, öğretmen!” “Hay Allah!” diye elini alnına vurdu müdür. Başını salladı, “Tamam. Şimdi aklıma geldi. Bize Türkçe dersine gelmiştiniz. Kusura bakmayın hocam, çok değişmişsiniz.” Adam içini çekti, sitemle müdürün yüzüne baktı: “Değişen ben değilim oğlum. Siz değişmişsiniz. Değişmeseydiniz öğretmeninizi bu kadar çabuk unutuvermezdiniz.” Müdür utanarak önüne baktı: “Güle güle” diye elinin uzattı. “Yine beklerim.” “Hoşça kalın, dedi öğretmen. Ben de sizi, sizleri bize beklerim.”

17 Kasım 2012 Cumartesi

Yarin ballı gülüşü yüzbin altın etmez mi yar yanıma gelince gönlüm bayram etmez mi?

Güzelliklere köprü kur!

Adana köprü başı beni sarhoş ediyor yarimin gözü kaşı gerçek dostlar insana yedirir sevgi aşı çirkin ile bal yeme,
güzel ile taş taşı

13 Kasım 2012 Salı

Filli Bilmece ve gülmeceler

FİLLİ BİLMECELER_GÜLMECELER Filler hangi dili konuşurlar? Filamanca Filler tatillerini hangi ülkede geçirirler? Filipinler Filler ev yaptırırken ne kullanırlar? Profil demir Filer hangi marka beyaz eşya kullanırlar? Profilo Filler evlerinde hangi lambayı kullanırlar? Filorasan lamba Filler fotoğraflarını nasıl çektirirler? Profilden Filler başka fillerden söz ederken ne derler? Filanca Fil denizde neye biner? Filikaya Fil hangi silahı taşır? Filinta Fil sivrisinekten bunalınca ne yapar? Filit yapar Filin çok okuyanı ne olur? Filozof Fil üniversitenin hangi bölümünde okur? Filoloji Filler yolda nasıl giderler? Kafileyle Fil artist olunca ne yapar? Film çevirir Fil manken olursa ne yapar? Defile yapar Fil nasıl avlanır? Gafil avlanır Fil çarşıya neyle gider? Fileyle gider Fil müzisyen olunca nerede çalışır? Filarmoni orkestrasında Fil düşerse ne olur? Sefil olur. Filin akılsızı ne yapar? Kefil olur Yakışıklı fil nasıl gezer? Afili afili gezer Filler uçsalardı nasıl uçarlardı? Filo halinde Filler hangi marka giysi giyerler? Akfil Yeşil file ne derler? Klorofil Fil hangi dansı sever? Filamengo Fil etinin en güzel yeri neresidir? Filetosu Filin asıl ülkesi hangisidir? Filistin Fil hangi baharatı sever? Zencefil. � FİL NASIL BİR HAYVANDIR? � Hiç fil görmemiş insanlara fili göstermek istediler. Fili karanlık bir ahıra koydular, fili görmek isteyenleri içeri aldılar. Ahır o kadar karanlıktı ki, kimse doğrudürüst bir şey göremiyordu. Bu yüzden insanlar ellerini filin orasına burasına sürmeye, dokunarak tanımaya çalıştılar. Dışarı çıkınca da fil hakkındaki izlenimlerini anlattılar. Biri filin hortumuna dokunmuştu, “Bu fil dedikleri şey kocaman bir hortuma benziyor” diye konuştu. Öbürü filin kulağına dokunmuştu, “Fil yelpaze gibi bir hayvan” dedi. Bir başkası sadece bacağını elleyebilmişti, “Kalın bir direk bu fil” dedi Diğeri ise filin gövdesinde elini boylu boyunca dolaştırmıştı, düşüncesini “Büyük bir kayaya benziyor” diye belirtti. MEVLANA bu konuda şöyle bir yorum yapıyor: “Herkes filin neresine dokunduysa fili öyle anlattı. Oysa ellerinde kendilerine kılavuzluk edecek bir ışık olsaydı filin tümünü görebilir, doğru bilgi sahibi olabilirlerdi.”Bilgisizliğin karanlığı bizi yanıltır. Ancak bilim ışığıyla doğruyu bulur, eğri yollara sapmayız. Atatürk, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyor. Bize doğru yolu gösteren bilgidir, batıl inançlar değil. ERHAN TIĞLI — (Karıncanın Dersi kitabından) BEŞ İBRETLİK AN… BEŞ DERSİN HER BİRİ AYRI GÜZEL ! Birinci Ders: Okuldaki ikinci ayımda, hocamız test sorularını dağıttı. Ben okulun en İyi öğrencilerinden biriydim. Son soruya kadar soluk almadan geldim ve orada çakıldım kaldım. Son soru söyleydi : ‘Her gün okulu temizleyen hademe kadının ilk adı nedır ?’ Bu her halde bir çeşit şaka olmalıydı. Kadını, yerleri sılerken, hemen Her gün görüyordum. Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı. 50′lerinde falan olmalıydı. Ama adını nerden bilecektim ki ! Son soruyu yanıtsız bırakıp kağıdı teslim ettim. Süre biterken bir öğrenci, son sorunun test sonuçlarına dahil olup olmadığını sordu. ‘Tabii, dahil’ dedi, Hocamız… ‘İş yaşamınız boyunca insanlarla karşılaşacaksınız. Hepsi birbirinden farklı insanlar. Ama hepsi sizin il giniz ve dikkatinizi hak eden insanlar bunlar. Onlara sadece gülümsemeniz ve ‘Merhaba’ demeniz gerekse bile…’ Bu dersi hayatım boyunca unutmadım. Hademenin adını da… Dorothy idi. İkinci Ders : Bir gece vakit gece-yarısına doğru Alabama Otoyolunun kenarında duran bir zenci kadın gördüm. Bardaktan boşanırca yağan yağmura rağmen, bozulan arabasının dışında duruyor ve dikkati çekmeye çalışıyordu. geçen her arabaya el sallıyordu. Yanında durdum. 60′lı yıllarda bir beyazın bir zenciye, hem de Alabama’da, yardıma kalkışması pek olağan şeylerden değildi. Onu kente kadar götürdüm. Bir taksi durağına bıraktım. Ayrılırken ille de adresimi istedi, verdim. Bir hafta sonra, kapım çalındı. Muazzam bir konsol televizyon indiriyordu adamlar. Bir de not ekliydi, armağanda… ‘Geçen gece otoyol da bana yardımınıza teşekkür ederim. O korkunç yağmur sadece elbiselerimi değil, ruhumu da sırılsıklam etmişti. Kendime güvenimi yitirmek üzereydim, siz çıka geldiniz. Sizin sayenizde ölmekte olan kocamın yatağının baş ucuna zamanında ulaşmayı başardım. Biraz sonra son nefesini verdi. Tanrı bana yardım eden sizi ve başkalarına karşılık beklemeksizin yardım eden herkesi kutsasın… En İyi Dileklerimle, Bayan Nat King Cole.’ Üçüncü Ders : Size Hizmet Edenleri Hep Hatırlayın… Bir pastanın üç otuz paraya satıldığı günlerde 10 yaşında bir çocuk pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu… Çocuk sordu: ‘Çikolatalı pasta kaç para ?’ ’50 Cent.’ Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı. Bir daha sordu: ‘Peki, Dondurma Ne Kadar ?’ ’35 Cent.’ dedi garson kız, sabırsızlıkla. Dükkanda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek başına koşuşturuyordu. Bu çocukla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki… Çocuk parasını bir daha saydı ve ‘Bir dondurma alabilir miyim, lütfen ?’ dedi. Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya koştu. Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi. Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu, birden.. Masayı sanki akan gözyaşları temizleyecekti. Boş dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı 15 Cent’lik bahşiş duruyordu.. Dördüncü Ders : Yolumuzdaki Engeller… Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş , kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacak diye gözlüyor… Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çogu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu. Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Kan ter içinde kaldı ama, sonunda, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Açtı… Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde… ‘Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir.’ diyordu kral. Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı. ‘Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır.’ Beşinci Ders : Önemli Olan Vermektir.. Yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız getirdiler. Tek yaşam şansı, beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi. Küçük oğlan aynı hastalıktan mucizevi bir şekilde kurtulmuş ve kanında o hastalığın mikroplarını yok eden antikorlar oluşmuştu. Doktor durumu beş yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu. Küçük çocuk bir an duraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve ‘Eğer kurtulacaksa, veririm kanımı’ dedi. Kan nakli yapılırken, ablasının gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyordu. Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı, ama küçük çocuğun yüzü de giderek soluyordu… Gülümsemesi de yok oldu. Titreyen bir sesle doktora sordu : ‘Hemen mi öleceğim ?’ Ufaklık, doktoru yanlış anlamıştı, ablasına vücudundaki bütün kanı verip, öleceğini düşünüyordu. Gönderenin Notu : İçinizden gelmiyorsa, bu e-postayı kimseye göndermeyin. Hiç kimseye göndermezseniz de bir şey olmaz zaten. Eğer burada anlatılanlar sizi hiç bir şekilde etkilemediyse zaten içinizdeki bazı duyguları kaybetmişsiniz demektiR… MUTLULUĞUN RESMİ Bir gazetenin şiir köşesinde genç bir ozanın, “Ne zaman mutluluğun resmini yapmak istesem/ Aklıma sen gelirsin” dizelerine rastladım. Bu dize mutluluğun resminin nasıl yapılacağını düşündürdü bana. Genç ozan ne zaman mutluluğun resmini yapmak istese sevgilisi geliyormuş aklına. Şimdi böyle düşünüyor ama aradan yıllar geçtikten sonra gene böyle mi düşünecek acaba? Bu sevgili hakkında bir başkası aynı duyguları taşıyabilir mi, olursa nasıl olur yaptığı resim ya da sevgili gerçekten mutluluğun resmini yaptıracak kadar iyi ve güzel mi? Öyle olsa bile bir başkası bu resme dudak bükerek bakmaz mı? Bir anket yapsak, çeşitli kişilere mutluluğun resmini yaptırmaya kalksak ne yaparlar acaba? Aç bir yemek resmi yapardı herhalde. Şişman zayıflığı mutluluk resmi olarak çizerdi muhakkak. Parasız para, evsiz ev resmini yeğlerdi herhalde. Çevreciler doğayı gösterirlerdi resimlerinde mutluluk simgesi olarak; çiçekler, ağaçlar, mavi deniz ve gökyüzü gülümserdi tuvallerinde. Yapsatçı apartman, site yapardı, bire mal eder, bine satardı… Geçenlerde gazeteciler ünlü yıldızımız Ajda Pekkan’a mutluluk hakkındaki düşüncelerini sormuşlar. “Özel hayatımda bulamadığım sevgiyi, mutluluğu halkta buldum” demiş mega starımız! Bu yanıt bana biraz yapmacık geldi. Halk sözü eden şarkıcılarımıza halka bedava konser vermelerini teklif edeceksin. Bakalım kabul edecekler mi? Bir de şu geliyor aklıma: Yıldızımız aradığı mutluluğu özel hayatında bulsaydı halk umurunda olur muydu acaba? Sanatçı geçinen şarkıcıların söylediği şarkılara bakın. Hangisinde halka mutluluk veren sözler, mesajlar var? Veriyorlarsa nasıl bir mutluluktur bu; boş vermişim dünyaya, aldırma gönül, kader böyleymiş, ne söylesem boş, dertleri zevk edindim, bende neşe ne arar, sevil de sevme, ağlama, ağlat, yoksa zehrolur bu tatlı hayat mutluluğu mu? Mustafa Özbalcı adlı bir ozan da, “Aydınlık bir dünya içindeyim/ Gittikçe güzelleşiyor yaşamak/ benim için akıyor bütün çeşmeler/ Mutluluk avuçlarımda yaprak yaprak” diye başlamış “Mutluluk Şarkısı” şiirine. İyi, güzel de, buradaki mutluluk bencil bir mutluluk değil mi? İnsanları mutlu etmeyi, mutluluğu paylaşmayı düşüneceğine ben diyor hep! Charlotte Brontr, “Çevresindekiler tarafından sevilmekten ve varlığın onları mutlu kıldığını görmekten büyük mutluluk yoktur” diyor. Mutluluk paylaştıkça çoğalır, dert paylaştıkça azalır, sözünü de unutmayalım. Bir atasözümüz de, “Ne mutlu o kişiye ki kendi ayıbını görür” diyor. Oysa biz başkasının gözünde mertek aramaktan kendi gözümüzdeki çöpü göremeyiz Armudun sapı, üzümün çöpü var diyerek mutsuz oluruz. Kendimize iğne batırmayı unuturuz, başkalarına çuvaldız batırmaya kalkarız. Dünyayı kendimize zindan ederiz… Mutluluğun resmini yapmak için önce kendimizi düzeltmeli, mutlu olmaya kendimizi hazırlamalıyız. Geleceğe güvenle bakmalı, umudumuzu, özlemimizi yitirmemeliyiz. Sevgi, hoşgörü fırçalarını ve renklerini elimizden eksik etmemeliyiz. Yoksa yaptığımız basit bir karalama, gelişigüzel yapılan bir çalışma olur, boşuna çaba harcarız. Hadi gelin, hep birlikte mutluluğun resmini yapalım. Resmimizi iyimserlik, özveri ve erdem tablosu haline getirelim. Resmimize baktıkça içi açılsın herkesin. � ERHAN TIĞLI ÇOK KOMİK BİR GÜNDÜ… Sabahleyin uyandım. İçimde nedenini bilemediğim bir esenlik vardı. Üşümedim, yanmadım. Cama dayanmadım, cam kırılmadı, kana boyanmadım. Dışarıda şiirsel bir hava vardı. Dün gökyüzünü boydan boya kaplayan kara bulutlar dağılmıştı. Mavilikler insanın içini açıyor, güneş gelinlik bir kız gibi gülümsüyor, parıldıyordu. Türkü söyleyerek kalktım. Elimi yüzümü yıkayıp sofraya oturdum. Kahvaltı hemen önüme geldi. Zeytin, peynir, reçel, bal… her şey tamamdı. Sadece kuş sütü eksikti. Apartman komşularımız kavga, gürültü etmiyorlardı nedense. Dudak bükerek giyindim. Hazırlanıp sokağa çıktım. Her taraf tertemizdi. Etrafta bir gram bile çöp görülmüyordu. Kirlilikten eser yoktu çevrede. Çiçekler açmış, ağaçlar yeşilliğe bürünmüşlerdi. Herkes gülümseyerek birbirine günaydın diyordu. Arabalar kaldırımlara park etmemişlerdi. Yol üstündeki kıraathanede kimse okey, tavla gibi oyunlar oynamıyor, sigara içmiyordu. Müşterilerin hepsi de gazete, dergi, kitap okuyorlardı. Bu duruma o kadar şaşırdım ki, dalgınlıkla birine çarptım. Çarptığım kişi yüzüme dövecekmiş gibi bakmadı, benden önce özür diledi. “pardon” dedim. “pardon çıkalı eşeklik arttı. Önüne baksana ayı” demedi. Bu kadarı da olamazdı. Biri bana şaka yapıyordu herhalde… Hayret ve şaşkınlıkla kaldırımdan aşağı inmişim farkında olmadan. Karşıdan gelen taksiyi göremedim. Neredeyse arabanın altında kalıyordum. Sürücü, “Arabanın altında kalıp geberdiğine yanmam. Seni adamdan sayarlar, ona yanarım. Dağda mı geziyorsun be?” demedi. “Bir yerinize bir şey olmadı ya? İsterseniz sizi gideceğiniz yere kadar götüreyim” dedi. Teşekkür ettim. Biraz yürümek, bu güzelliğin tadını çıkarmak istediğimi belirttim. Daireye biraz geç kaldım ama patron kızmadı, anlayışla karşıladı, azarlamadı. Gülerek maaşlarımıza zam yapacağını söyledi. Bu zammı daha önce yapmadığı için özür diledi. Ev sahibi de kiraya zam yapmayacaktı zaten. Büyü bozulmasın diye dua ederek gazetelere göz attım. Enflasyon sıfıra inmişti. Hiçbir eşyanın, malın fiyatı artmamıştı. Hele anarşi, terör, cinayet haberlerini göremeyince gözlerim fal taşı gibi açıldı. Hayret, politikacılar atışmamışlar, söz düellosu yapmamışlardı! Her gün bir cevher yumurtlayan, medya maymunu yıldızcıklar, sanat için soyunmamışlar, birbirleriyle çekişmemişlerdi. Rüya Kaşar, gene abuk sabuk laflar etmemiş, gazetelerin baş köşesine kurulmamıştı. Kendisi her nasılsa ağzını açmadığı gibi, eski kocası, kardeşi, annesi her çorbaya maydanoz olmaya kalkmamışlardı. Futbol maçlarında hiç olay çıkmamıştı. Fanatikler kol kola girip şarkılar söylüyorlardı… Yoo! Bu kadarı da olamazdı. Biri benimle dalga geçiyordu muhakkak. Hele televizyonda kavgasız dövüşsüz, kansız, cinayetsiz diziler başladığını duyunca iyice zıvanadan çıktım. Ben böyle anormal şeylere alışkın değildim. Yadırgamıştım bütün bunları. Bu ne renksiz, heyecansız hayattı böyle! “Yeter be!” diye bağırdım. Karım, “Sabah sabah niye bağırıyorsun, hayrola, ne var, ne oldu?” diye homurdandı. Bir de baktım ki, daha yataktayım. Hava bulutluydu. Komşular sabah kavgalarına başlamışlardı. Kapıları çarpıyorlar, bağırıp çağırıyorlardı her zamanki gibi. Gazetelerden kan sızıyordu. Pencereyi açtım. Hava kirliliği, gürültü patırtı yüzüme tokat gibi çarptı, beni kendime getirdi. Derin bir oh çektim. Çok şükür, deminki sinir bozucu sessizlik sona ermiş, hayat normale dönmüştü! Keyifle bir küfür savurdum. Acı bir gülüşle, kendi kendime söylenerek giyinip ayaküstü bir şeyler atıştırdıktan sonra sabırsızlıkla sokağa fırladım. Kirlilik, çirkinlik, kötülük, kollarını açıp bağırlarına bastılar; “Sen bizsiz, biz sensiz yapamayız, hoş geldin, nerelerdeydin, özlettin kendini” dediler. Yolumu gözleyen bencillikle çıkarcılığa selam vererek, alıştığım cehennemin içine daldım. ERHAN TIĞLI >>> FIKRALAR ADEM VE HAVVA Bir Fransız, bir Alman ve bir Türk müzede “Adem ve Havva Cennet Bahçesinde” tablosuna bakıyorlarmış: � Alman: -”Bedenlerinin kusursuzluğuna bakar mısınız? Adem ile Havva mutlaka Alman olmalı.” demiş. � Fransız, Alman’a karşı çıkmış: -”Havva ne kadar güzel, Adem ne kadar yakışıklı. Bu denli çekici olduklarına göre, hiç kuşkusuz Fransız olmalılar.” Türk, tabloyu uzun uzun izledikten sonra kararını vermiş: -”Bunlar kesin Türk’tür. Üstte yok, başta yok, elmadan başka yiyecek yok. O DA İKİ KİŞİYE BİR TANE, ama hala kendilerini cennette sanıyorlar.” SINAV SORULARI Temizlikçi bir kadın dışardan İlkokul diploması almak için sınava girer. Tabiat bilgisinden sorular ve cevaplar şöyle: - Soru Mide ne iş yapar? - Cevap Sindirim yapar, yediklerimizi öğütür. - Soru ‘Akciğer ne iş yapar?’ - Cevap Solunum yapar, bizi yaşatır. - Soru Kalp ne iş yapar? - Cevap Dolaşım yapar. - Soru Beyin ne iş yapar? - Cevap Bizim apartmanda kapıcılık yapar. BOT NE KADAR? Abimiz koyu kahverengi deri, yarım botu alıp kasaya yanaşıyor. Kasadaki kız botları poşete koyarken, sayın abimiz de soruyor; - 43 lira değil mi?… - Kız, ‘Ne münasebet’ der gibi bakıyor ve ‘Bunlar orijinal deri… İndirimli fiyatı 180 lira.’ Abimizin bitiş cümleleri, kızcağızın kopuş anına denk geliyor; - Olur mu hanımefendi, altında ‘Size 43′ yazıyor… NATAŞA İzmir’de 15 yıl kadar oluyor, maçta yanıma süzme Karadenizli müthiş çenebaz bir vatandaşımız düştü. Günün olayı idi Nataşa konusu. Evli idi, onun da ilgisi vardı Nataşalara.. Dayanamadım sordum. ‘Karınızı aldatmak nasıl bir duygu’ diye acaba? Suçluluk duymuyor muydu? Verdiği cevap şu oldu: - Onlar da karı diye yıllarca bizi aldatmışlardur da! NE DOKTORMUŞ BE! Yıllar önce bir Karadeniz kasabasında görev yaparken, kansızlık nedeniyle başvuran bir hastamı muayene ediyordum. Konjoktiva dediğimiz alt göz kapağının içine bakarken, bir yandan da : ‘Amca sende basur mu var?’ dedim. Kansızlığın baş sebeplerinden biridir ve Karadeniz’de bu duruma sık sık rastlanır. Amcanın dışarı çıkarken yanındaki arkadaşına söylediğini hâlâ hatırlarım… “Ne doktormuş be, helal olsun..! Gözümden baktı, …ötümdekini gördü.. DÜZEN Ecevit 1997 yılı seçim kampanyasında konuşuyor: - Bu düzen değişecektir. Bir vatandaş bağırmış : - Düzen hayatından memnun; düzülen ne zaman değişecek? ERHAN TIĞLI NE GÜZELDİR BİRİNE ‘’ İYİ Kİ VARSIN DİYEBİLMEK ! � Ne güzeldir birine ‘ İyi ki Varsın’ Diyebilmek.. Bu ‘biri’ hayatınızdaki o boşlukta iyilerin derinliğini bırakmıştır. Bıraktığı derinlik de, devamında iyi damlalarını ardından getirmek de gecikmeyecek ve ‘İyikiler’ denizini oluşturacaktır. Bu deniz berraktır. Ayaklara batacak çakıldan ıraktır. Ne kadar derine giderseniz gidin denizin dibi aynı mavilikte olacaktır. Bu deniz sukundur. Sizi fırtınalarında savurmaz. Başka denizlerdeki fırtınaların önceden habercisidir. Onu izlerken dalıp gidersiniz hayallere, ama şu anki gerçeklerle.. Bu deniz Filizdir. Yeşilinin taze kokusu, yeni doğuşların müjdesidir. Emekle beslenir, meyveleri çeşit çeşit renk renkdir. Bu deniz paylaşımdır. Lokman ağzındayken, kursağı boş olanları düşünmektir. ‘Ne fark eder ki’ deyip geçmemektir. Binlerce deniz yıldızı sahile vurduğunda, ‘hangi birini okyanusa geri göndereceğiz’ dememektir. Bir tanesi için bile çok şey fark ettiğini bilmektir.. Bu deniz ‘Sevgi’ dir.. Her harfinin hakkını vererek söylemek, değerini bilerek yaşamaktır. Sözde değil Özde Sevmektir… Bu gün kaç kişiye ‘İyi ki Varsın’ dediniz.. Hayatlarımıza zaman eklenirken, Zamanlarımıza hayat eklemeyi unutmayalım… BU MESAJI ALAN TUM INSANLAR “Sizi cok ama cok seviyoruz.” MUTLU MAIL GRUBU Gruba üye olmak için : Mutlu-subscribe@yahoogroups.com Gruptan ayrılmak için : Mutlu-unsubscribe@yahoogroups.com� Tatile giderken : Mutlu-nomail@yahoogroups.com� Tatilden dönünce : Mutlu-normal@yahoogroups.com UYUMAYA DEVAM Ahmet Bey, sabah saat 7.00′de *Casio** masa saatinin alarmıyla gözlerini açtı. *Puffy** yorganını kaldırdı. *Hugo Boss** pijamalarını çıkarıp *Adidas** terliklerini giydi. *WC** ‘ye uğradıktan sonra banyoya geçti. *Clear** şampuan ve *Protex** sabunuyla duşunu aldı. *Colgate** ile dişlerini fırçaladı. *BRAUN** ile saçlarını kuruttu. *Bill’s** gömleğini ve *Pierre Cardin** takımını giydi. *Lipton** çayını içti. *Sony** televizyonda medya özetlerini ve *flash** haberleri izledi. * *Citizen** kol saatine b aktı. Aile fertlerine *’BYE’** deyip *Hyundai** otomobiline bindi. *Blaupunkt** radyosunu açarak, *rock** müziği buld! u. Ağzına bir *Polo** şeker attı. Şehrin göbeğindeki *Mega Center** ‘daki ofisine varınca, *Toshiba** bilgisayarını çalıştırdı. *Microsoft Excel’e** girdi. *Ofisboy** ‘dan *Nescafe** ‘sini istedi. Saat 10.00′a doğru açlığını yatıştırmak için *Grissini **yedi. Öglen *Wimpy’s Fast Food** kafeteryaya gitti. Ayaküstü, *Coca Cola** ve **hamburgeri **mideye indirdi. *Camel** sigarasını yakıp *Star** gazetesini karıştırdı. Akşamüzeri iş çıkışı *Image Bar’** a uğrayıp *JB’** sini yudumladı, sonra köşedeki *Shopping Center** ‘a uğradı. Eşinin sipariş ettiği *Ariel** deterjan, *Ace** çamaşır suyu, *Palmolive** şampuan, *Gala** tuvalet kağıdı, *Sprite ** gazoz ve *J! ohnson** kolonyayı alarak kasaya yanaştı. *Bonus** kartıyla ödemeyi yaptı. Hafta sonu eşi Münevver’le *Galleria** ‘ya giden Ahmet Bey, *Showroom** ‘ları dolaşıp *Kinetix** ayakkabı, * *Lee Cooper blue jean** satın aldı. Akşam evde bir gazetenin verdiği *TV Guide** ‘a göz atan Ahmet Bey, kanallar arasında *zapping** yaparak, *First Class** , *Top Secret** , *Paparazzi** gibi programlar izledi. Aynı anda *Outdoor** dergisini karıştırdı. Uykusu gelen Ahmet Bey, televizyonu kapatıp yatak odasına geçerken, kendini mutlu hissetti. ** ‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’** diye gerindi ve uyudu. *Hâlâ da uyuyor. Ne zaman uyanacağı da belli değil. ERHAN TIĞLI >>> ŞİİRLER <<< BİTMEDİ DAHA bitmedi daha sarışın bir çocuğun güneşin doğuşunu hayal ederken okuduğu türkü… bak inatla bunu söylüyor sana alev yürekli bütün ozanları yurdunun � gökkuşağını paleti yapmış bir ressam alıyor fırçasını celladın elinden tamamlamak için mutluluğun yarım kalan resmini… � bir hüzün anıtı gibi asılı duruyor hala duvarımda yitik bir yüzyıla miras bıraktığınız o acı tebessüm. umutsuzum sanma gözyaşlarıma aldanıp kavgamı büyütüyorum her damlada her damlada daha da büyüyorum… � bitmedi daha mavi gözlü bir ozanın gündoğumunu düşlerken yazdığı şiir bak inatla bunu söylüyor sıkılmış yumruklarımız dost bahçemizde açmış karanfil kırmızısı bunu söylüyor, biz doğmadan ölen dostların yüreğimizin ezberine bıraktığı O son bakış… � MELİH COŞKUN / 2010 KURBAN KİM… Tıkanmış bacası duygularının Halin duman! Kurt dadanmış düşüncelerine Farkında değilsin. Kuyuda olduğunun. Kül yağıyor gül yerine Kirlettiğin evrenine… Bencil tutkulara Çoktan olmuşsun kurban! Neyi aklayacak sanıyorsun Kurban ettiklerinden akıttığın kan… ERHAN TIĞLI KİMBİLİR, NE ZAMAN UYANACAĞIZ? Önce, ağaçlarımızı kestik… Yangınlara verince ormanlarımızı; Gölgelerine hasret kaldık. Piknik alanlarımız SİT ilan edildi. Tek yeşilliğimiz mezarlıklar şimdi… Daha sonra tek katlı evlerimizi yıktık. Yerlerini çok katlılara bıraktık. İnsanlarla selamı sabahı da kestik… Ve televizyon geldi ülkeme. İyi, hoşgeldi de derdini de Beraberinde getirdi. Beyaz cam evimizin baş konuğu oldu. Sohbetlerimizi de kestik… Ve bilgisayar geldi ülkeme. Anne okey salonlarında, Baba tavla salonlarında, Çocuklar sohbet ve oyunlarda, Zamanı kolayca tüketir oldu. Sonunda olan oldu. Yalnızlıklarımıza çekildik… Daha sonra büyüklerimizi saymayı unuttuk. İşte asıl sorun o zaman başladı. Alışkanlıklarımız hep sanal oldu. Ve sevmeyi, sevilmeyi de tükettik. Değerlerimizi de yitirdik… Şimdi mi? Uyurgezer olduk. Kim bilir ne zaman uyanacağız? Belli değil!.. EMİNE PİŞİREN / 20.10.2011 UMUT Yaşamak ummaktır. Yeşil yapraklar umar şu beli bükülmüş agaç, yelkenler rüzgar umar bir kız tanırım, sarışın sevgilisini esmer umar. Aç karnına istiklal umar Bombay’lı amale, Cava’lı topraksız, Hamburg’lu ana ekmek umar, Paris’li çocuk intikam ben sulh umarım Ramazan oğlu Recep kışlanın duvarına vermiş sırtını memleketten mektup umar ve her talim dönüşünde, her nöbete çıkışında tezkere umar. Ummaktır yaşamak. Çık bu saatte evinden kilitle odanın ve kalbinin kapılarını, keder seni evde bulmasın, pişmanlık geri dönsün kapından. Vehimlerini azat et; soyun hatıralarından, tazelensin adımlarındaki kuvvet doğacak günü yolda karşıla: yeni umutlarla başlar yeni gün; tahammül umuttan doğar. Zaman bizim dostumuzdur, unutma en az HÜRRİYET kadar. Ummaktır yaşamak. İbret al, ders al geceden çevir başını gökyüzüne yıldızlara bak. Güneşli sabahların umududur yıldızlar. Bir vedalık hükmü var hayatın, ölümün vakti saati sorulmaz. Serçe kuşu gibidir umut, dal yorulur, serçe yorulmaz. SUAT TAŞER >>> GÜZEL SÖZLER <<< – Hayat; benim hayatım. Dışardan nasıl göründüğünün önemi yok. İçerden görenler yetiyor. Dışardan yargılayanlara sözüm yok. Dişarda kalmaları yetiyor… – Gideceğiniz yeri bilmiyorsanız, vardığınız yerin önemi yoktur… – Delilik; başka bir kılığa bürünmüş akıldan başka bir şey değildir. GOETHE >>> KİTAP DÜŞMANLIĞI, YAKIŞIR MI BİZE!? Sayın başbakanımızın kendisine ait olmayan; “Minareler süngü/ Kubbeler miğfer/ Camiler kışlamız…/ şeklindeki devam eden (Ziya Gökalp’e ait) şiiri okuduğu için TCK’nın 312-2.Maddesi doğrultusunda cezaeviyle tanıştığını bilirsiniz. Şiir okuyan bir kişinin cezalandırılması, sizi bilmem ama beni bu çağda utandırıyor! Eğer ortada bir suç varsa, şiiri okuyan değil, yazanın cezalandırılması gerekmez miydi? Şair ölmüş, illa ki ceza vermek gerekiyorsa başbakanı içeri tıkacağımıza rahmetli şairin mezar taşlarını ipe çekseydik daha adaletli olmaz mıydı? Sayın Başbakan, ceza evine girerken: “İngilizce öğrenmek için iyi bir fırsat olacak” dediğini bu günkü gibi anımsıyorum. Yüzünün hüzünlü halini de… Keşke İngilizceyi öğrenseydi de, o meşhur çıkışında “ONE MINUTE” yerine, “Just a minute” demesi gerektiğini öğrenseydi. Şiir, kitap, yazar,gazeteci düşmanlığı yakışır mı bize? Ya Nazım Hikmet’e çektirdiklerimiz? Bir şiirinden dolayı tam 28 yıl 4 ay ceza yemişti. Tarih gerçekten tekerrürden ibaret. Nazım Hikmet, “şiirden değil, komünizmi övmekten ceza aldı” diyenler çıkabilir, kömünizm korkusu şu andaki ‘Ergenekon’ iddialarından pek ayrımı yoktu. Yasal komünist partilerimiz var şu anda, aldıkları oy da belli… Adnan Menderes döneminde Fazıl Hüsnü Dağlarca’ın bile içeri tıkıldığını biliyor musunuz? Kitap ve yazar düşmanlığı niye? diye sormak gelmiyor mu içinizden? Havalarından yanına varılmayan ulusal basındaki köşe yazarlarının çoğu “Bu memlekette Ahmet Şık’ın başına gelen daha önce hiç görülmedi!” türünden başlıklar attılar, atıyorlar…Bu da kocaman bir YALAN! İktidarlar her dönemde yazarlardan, özellikle şairlerden hep korkmuşlardır. Bir istisna söz konusu:1923 sonrası,-Adnan Menderes dönemi- devlet tarafından para ile ödüllendirilen tek şairimiz var. Necip Fazıl Kısakürek… O da üç gün sonra kumar oynarken yakalanmıştı.(NOT: Canı sıkılan varsa birazcık araştırsın) 1933 yılındayız: Kazım Karabekir hakkında basında aşağılayıcı haberler yayınlanmaktadır. Haberlerin asılsızlığını anlatmak için bir kitap yazmaya karar verir. Kendi imkanları ile “İstiklal Harbimizin Müdafaası” adlı kitap 3000 adet basılır. Kitap piyasaya sürülmeden, ciltlenme aşamasında matbaaya ve aynı anda Kazım Karabekir’in evi de basılır. Doğu Anadolu Bölgesi komutanı bu! Düşünebiliyor musunuz? El yazması olan orijinali bir arkadaşında olduğundan ele geçirememiştir. 1948 yılı öncesi Kazım Karabekir, devletle barışır, ileride büyük millet meclisi başkanı bile seçilecektir. 1961 yılında kızları tekrar basar ve yurt çapına dağıtılacakları sırada kitap ani bir kararla yine toplatılır. (Bu bilgiler,27 Mart 2011 günkü Haber Turk, Murat Bardakçı haberinden derlenmiştir) Ailesinin açtığı dava TAM SEKİZ YIL devam eder, sonuç: Kitabın hiçbir suç unsuru içermediği anlaşılır ve basımına izin verilir. Ama paşa kalp krizinden ölümüştür.Kitabının piyasaya sürüldüğünü göremez. Bu kitap şu anda piyasada, ne yüzüne bakan var ne de satın alan. Şimdi biraz daha geri gidelim mi? Sultan Abdulhamid, en önemli din temalı bir kitap olan “Sahih-i Buhari” adlı eseri yayınlatır. Ama içinde “Halka zulmeden bir han veya hükümdara karşı ayaklanma haktır!” yazdığının ayrımında değildir. Fark edince dünyası başına çöker. Kitaplar hamamda yakılırken bilhassa padişah seyretmeye gelmiştir ve şu an kitapseverlerin hiç, ama hiç unutamayacağı “Kitabı yok etmenin en kolay yolu onları çıtır çıtır yakmaktır” sözünü ağzından kaçırır. Kara bir lekedir, kalır belleklerde, gücü yeten silsin… Sonra ? Çıtır çıtır yanan padişahın kendisi olur. Bakın nasıl yanar: İstanbul’da o meşhur 31 Mart olayları yüzünden halkın galeyanı yenice yatışmışken “Kuran’dan sonra en çok okunan din kitabının Padişah yaktırdı” haberi gün geçtikçe yaygınlaşmaktadır. Halk Şeyhülislam Mehmet Ziyadeddin’in kapısına dayanır ve: “Din kitabını yakan padişahın tahtan indirilmesi münasiptir” yazısı alınmasıyla halk sarayın kapısına dayanmıştır. Padişah, başka kapıdan kaçarak soluğu Selanik’te alır. Son gidişidir bu… Şimdi biraz daha geriye gidelim: MÖ: 333 yılında Persepolis Kütüphanesinde hayvan derisi üzerine yazılmış olan 12.000 adet kitap yakmışız. Bergama’dan Kleopatra’ya –İskenderiye’ye- düğün hediyesi olarak hayvan derisi üstüne yazılı tam 200.000 adet kitabı hamamda yakmışız. Bağdat kütüphanesinde meşhur Moğol komutanı, Hulagu Han Tarafından 30.000 adet kitabı yakmışız. Efes,Selsüs Kütüphanesindeki 12.000 adet kitabı da yakmışız. Dünyada sayı bakımdan en çok kitap Hitler tarafından Berlin Üniversitesi bahçesinde yakılmıştır. Sayısı bilinmez, ama şehrin dumandan zehirlenme aşamasına geldiği çok iyi bilinir. Ve….Kıdemli cuntacımız Sayın Kenan Evren döneminde –kayıtlardaki bilgiler doğruysa- 133.000 adetçik kitap yakmışız. Sadece kitap mı yakmışız? Yo…Kitabı yazanları da yakmışız. Örneğin Hallac-Mansur…Eli ayağını kestikten sonra üstüne neft yağı döküp ateşlemişiz. Hızımızı alamamışız , Azeri lehçesiyle dönemin en güzel şiirlerini yazan Şair Nesimi’in derisini yüzmüşüz. Madımak’ta-Sivas- 37 şair ve yazarı çıtır çıtır yakmışız. “Başın öne eğilmesin/Aldırma gönül,aldırma…./ şeklinde devam eden o güzelim türkümüzü bilmeyen yoktur sanırım. Sinop cezaevinde yatarken yazdığı bir şiirden alıntıdır bu dizeler. Kimden mi bahsediyorum: Şair Sabahattin Ali’den… Aydın sanat Mektebinde öğretmenlik yaparken tutuklanır ve ilk kez mahpushane ile adı AYDIN olan bir ilde tanışır. Bulgaristan sınırında başına sıkılan tek kurşunla öldürüldü. Cesedini köpekler yediği için ölüsü ağzındaki altın kaplama dişinden tanınabildi. Katili yarım asırdır aranıyor. Bulan, gören varsa Ergenekon Savcısına haber etsin.Bak nasıl oluyormuş şair öldürmek!!! Yazarın biri (sanırım Cemal Süraya) devlet memuru iken soruşturma geçirmektedir. Yazar, müfettişin takındığı tavırdan sıradan teftiş için değil, görevden almaya geldiğini anlar. Hiç eksik bulamayan müfettiş: “Odanız pis kokuyor!” deyince: “Efendim siz gelene kadar çok temizdi, siz geldikten sonra pislenmiştir” şeklinde ağzının payını alır.Sonrası malum!.. 21.yüzyılda Ahmet Şık’ın basılmamış kitabı toplatıldı. “Ahmet Şık” adı kaldı, kalacak beyinlerde. Büyük bir olasılıkla kitap bir gün yayınlanacak. Bu dönemi de hüzünle, utanarak okuyacak torunlarımız. Bu topraklarda ipe çekilenlerin, cezaevlerinde çürüyenlerin parklarımızda büstleri, sokaklarımızda adları var. Cellatlarını, onları içeriye tıkan adalet bakanlarının, savcıların adlarını anımsayanınız var mı? Biz büyüdük de mi kirlendi dünya? Yoksa… Başkasının bir şiirini okuduğu için cezaevine gönderilen bir başbakan döneminde yaşanmalı mıydı tüm bunlar? Mehmet Genç // Aydın Yerel 30 / 03 / 2011 >>> HES nedir ? Doğu Karadeniz bölgesinde Devlet Su İşleri tarafından yapılması planlanan yaklaşık 450 adet Hidroelektrik Santralleri proje ve etüd aşamasında bulunmaktadır. Sadece Rize ilinde şu anda yapımı söz konusu olan 62 adet Hidroelektrik Santralleri projelendirilmiştir. Kaçkar Dağlarından beslenen ve birbirine oldukça yakın olan Fırtına, Arılı, Çağlayan, İyidere, İkizdere ve Arhavi derelerinde DSİ tarafından su kullanım hakları sözleşmelerei ile verilerek enerji üretim amacı güden yaklaşık 62 Adet Hidroelektirik Santralı projesi bulunmaktadır. Ve bu projeler uygulanırsa! Şu anda; 1- Sadece bu derelerde yumurtlama alanı bulunan ve yaşayan, Uluslararası Bern Sözleşmesine göre avlanması yasak olan benekli Deniz Alası (Salma trutta labrax) yaşam alanında su kalmadığı için yokolacaktır. 2- Hes projelerinin yapılacağı bu vadilerde yaklaşık 62 adet HES için açılacak yollarda patlatılacak dinamitler, kesilecek ağaçlar sadece bu vadilerde değil tüm D. Karadeniz havzasında telafi edilemeyecek ekolojik yıkıma neden olacaktır. 3- Bölgede yaşayanların gözlemledikleri, vadilerdeki derelerde akan suyun her yıl sürekli olarak azalmasıdır. Eesti taş köprülerin yüksekliği bu konuda bize yardımcı olur. Suyu sürekli azalan dereler üzerinde yapılacak HES’lerin ömrü ne kadar ekonomik olur düşünmek gerekir. 4- 19 adet HES’in yapılacağı Çağlayan vadisindeki gibi suyun bir kısmının tüneller ile Arhavi-Kapisre Deresine aktarılması sonrası kalan suyun da tüneller ile yer değiştirmesi neticesi vadilerde de sucul hayat sona erecektir. 5- Suya dayalı tarım olan çay ve fındık, kivi gibi geleneksel, bölgeye has tarım yapılamayacağından yöre halkı başka bölgelere göç etmek zorunda kalacaktır. 6- Sadece Çağlayan Vadisinde yapılacak 19 adet HES suyun tamamını kullanacak, vadiye küçük kollardan gelen su ise yazın tamamen kuruyacağı için vadide ekolojik denge bozulacak vadi bataklık haline dönecektir. 7- Binlerce yılda, su ile oluşmuş, su yoksa, yaşamın olmadığı D. Karadeniz bir daha eski haline gelmesi mümkün olmayacak şekilde yok olacaktır. 8- Sadece Rize ilinde yapılacak 62 adet HES’lerin elektrik iletim hatları nedeni ile oluşacak elektrik ve manyetik alanların çevre ve insan sağlığı üzerinde olumsuz etkileri olacağı açıktır. 1986 yılında meydana gelen Çernobil nükleer kazasından sonra bir bakanın “Çayda radyasyon yok, gönül rahatlığı ile içebilirsiniz” diyerek halkı yanlış yönlendirmesinin etkisiyle bugün D. Karadeniz kanser belasına binlerce can vermiştir. Bu nedenle, üzerimizden geçecek iletim hatlarının meydana çıkaracağı elektromagnetik alanların insan sağlığına olumsuz etkileri göz ardı edilemez olacaktır. 9- Yukarıda saydığımız olumsuzluklar, küresel ısınmanın dünyamızın en önemli sorunu olduğu bu günlerde, gelecekte bölgemizin can simidi olabilecek eko turizmi, HES’lerin yapımı ile yok olacak, ekolojik yapı bitecektir. Buna en güzel örnek, Turizm ve Orman Bakanlığınca yıllar önce Turizm alanı ilan edilen ve İl Özel İdaresince mesire yeri olarak planlanıp bir dinlenme tesisi yapılan Gürcüdüzü’ne 1600 mt mesafede Paşalar HES’in taş ocağı kırma ve eleme tesisi ruhsatı verilmesidir. Sadece bu uygulama bile ülkemizde daha çok kazanma hırsının engel tanımadığınında bir göstergesi olarak da görülebilir. 10- Kaldı ki bu projeler uygulansa (62 adet HES) üretilecek enerji sadece bir Keban Barajı’nın ürettiği enerji kadar olup, Türkiye’nin elektrik üretiminin sadece %2’si civarındadır. ——————————————————————————– Abu Çağlayan ve Arılı Vadileri de Kaçkar Dağlarının orman ekosistemi içinde olup, Paşalar HES ve diğer HES Projeleri ile orman alanları insan eli ile parçalanmış, yaban hayatın yaşamı azaltılmış olacaktır. Paşalar HES’te suyun 5900 mt tünel ile transferi neticesinde; su hızı, derinliği ve ıslak çevrede meydana gelecek değişiklikler sucul ekosistem açısından çok önemlidir. Abu Çağlayan Deresi, Fırtına Deresi ile birlikte Mart-Nisan aylarında Deniz Alalarının göç ettiği ve Ağustos- Ekim aylarına kadar kaldıkları sulardır. Çağlayan Deresi, Salma Trutta ve bu türün denize göç eden cinsi Salma Trutta Labrax olarak bilinen ve endemik bir tür olan ve 1984 yılından bu yana sürekli olarak avı yasak olan türlerin giriş yaptıkları birkaç dereden biridir. Paşalar HES inşa edilirse Çağlayan Deresi su kalitesinin bozulması neticesi bu tür balıkların yaşama şansları kesinlikle ortadan kalkacaktır. AĞAÇ KESİMİ: ÇED Raporunda kesilecek ağaç sayısı 157 olarak verilmiştir! Paşalar HES Projesinde etkilenecek alan 143 hektardır. Ağaç yoğunluğu hektar başına 667’dir. Buna göre bu projede etkilenecek ağaç sayısı 95.381 adettir. Projede tesislerin kapladığı alan 5.85 hektar olup burada etkilenecek ağaç sayısı da 3.901 adettir. Mevcut 19 km yol ile yeni yapılacak 5 km yol için kesilecek ağaçlardan bahsedilmemektedir. 19 km yol 15 mt: 28.5 hektar 5 km yol 20 mt: 10 hektar Yollar için toplam 38.5 hektar 667 adet: 25.676 adet ağaç kesilecek. Toplam kesilecek ağaç sayısı: 25.676 + 3.901= 29.577 olacaktır. Ayrıca üretilecek enerjinin enterkonekte sisteme bağlanması için 12 km yüksek gerilim hattı inşa edilmesi gerekiyor. 12 km 50 mt: 60 hektar 60 hektar 667: 40.000 ağaç kesilecektir. Yani Paşalar HES içn toplam olarak: 29.577 + 40.000 = 69.577 ağaç kesilecektir. Dogada suyun üretimi, orman ve yüksek dağ ekosisteminde olmaktadır. Yağmur ve kar şeklinde ekosisteme düşen yağışlar havzanın su verimini şekillendirir. Ormanlık alanların çevrelerindeki alanlara oranla %15 ile %50 daha fazla yağış aldığı, aldıkları yağışın %44’ünü kullanılabilir su ürünü haline getiridiği bilinmektedir. Ayrıca orman ekosistemlerinin, suyun depolandığı toprağı erozyondan koruduğu, sel ve taşkınlıkları büyük ölçüde azalttığı görülmektedir. Yani kısaca Paşalar HES için 69 bin ağaç kesilecek, planlanan diğer 19 HES’ler içinde ortalama bu miktarda ağaç kesileceğini varsayarak D. Karadeniz de sadece Abu Çağlayan Vadi havzasında ağaç kalmayacağını (1300.000) söyleyebiliriz http://www.lazurinena.com/index.php/makaleler/genel/224-hes-projeleri Süre: ?19:59 >>> LİBYA VE KADDAFİ HAKKINDA BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ? Libya’da iç savaş çıkartılana kadar nen az 25.000 Türk vatandaşı Libya’da iyi para kazanıyor ve ailesini geçindiriyordu, en az 50.000 Somali’li Afrikalı 3. Dünya ülkesi Müslümanlar Libya’da çalışıyor, karnını doyuruyordu… ya şimdi…?????….. Allah akıl fikir versin…. Ama çoook geç, çoook…. Malum dünya medyasından bunları öğrenemezsiniz - Vatandaşında kredi sıfır faizle verilir - Öğrencilere yaptıkları tahsile göre ortalama ücret ödenir - İşsizlere iş bulana kadar tam ücret ödenir - Evlenen çiftlere bedelsiz olarak konut verilir - Yurt dışında tahsil yapanlara 2500 Euro harçlık yanında, barınma ve araç yardımı yapılır - Ülkede otomobiller maiyetine satılır vatandaşa - Libya’nın kredi borcu yoktur - Tahsil ve sağlık hizmetleri bedelsizdir - Nüfusun yüzde 25’i yüksek tahsillidir. - Son bombalama olaylarına kadar sokaklarda evsiz veya dilenci bulunmamaktaydı - Ekmek fiyatı 0.15 $ – ABD ve diğer kapitalist Ülkerlerin Libya’yı sevmemelerine şaşmamak gerek. Kaddafi IMF veya Dünya Bankası kredisi kullanmadı. Libya bağımsızdı, savaşın gerçek nedeni budur, kendisi bir diktatör olabilir, ABD bunu sorun yapmaz. Ne zaman ki Kaddafi Petrol İhraç eden ülkelere Dolar ve Euro yerine altın karşılığı satış yapmalarını önerdi. Bu altın karşılığı para basmayan Batılı ülkelerin iflasını istemek demekti… Hatırlayın: Bunu en son dile getiren Saddam Hüseyin idi; OPEC ülkelerine dolar karşılığı satış yapmamalarını önermişti. Hepiniz sonunun ne olduğunu biliyorsunuz EVET; ASTILAR O’NU >>> YAŞAR NURİ HOCANIN TÜRK ORDUSU İLE İLGİLİ TESPİTLERİ 1.- DİYANETİN DIŞINDA İMAM KADROSU OLAN TEK KURULUŞTUR. ORDU ORDUĞAHI İÇİNDE CAMİSİ OLAN BİRLİK ÇOKTUR… 2.- TÜRKİYE’YE SUPER MAĞAZACILIĞI ÖĞRETEN VE YURDUN EN ÜCRA KÖŞELERİNE KADAR BU HİZMETİ VERENDİR. ORDU PAZARLARINI YAR ETMEDİLER.. 3.- SOSYAL HAKKI EN GÜZEL VEREN YÜRÜTEN VE KOLLAYANDIR… 4.- ORDU YARDIMLAŞMA; BİRİKMİŞ PARASINI TÜRK SANAYİSİNE HİZMET İÇİN VERENDİR.RENAULT OTOMOBİL VE DİĞERLERİ.HİÇ BİR KAMU KURULUŞU PERSONEL PARASIYLA BUNU YAPMAMIŞTIR.. 5.- MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞIYLA YARIŞAÇAK KADAR OKUMA YAZMA ÖĞRETMİŞTİR. ”ALİ OKULLARI”. BURDUR ER EĞİTİM TUĞAYI EN ÜNLÜSÜ… 6.- ORMAN İDARESİNDEN ÇOK AĞAÇ DİKMİŞTİR… BİRİSİ BİLE YANMAMIŞTIR.. 7.- İLK EHLİYET ALANLARIN TÜMÜ ASKERDE ARAÇ SÜRMEYİ ÖĞRENMİŞTİR… ORDUDAKİ ULAŞTIRMA BİRLİĞİ, DÜNYANIN EN BÜYÜK SÜRÜCÜ KURSUDUR… 8.- OTO BAKIMI VE TAMİRİNİ BU MİLLET ORDU DONATIMLARDA VE KADEMELERDE ÖĞRENMİŞTİR. 9.- AYAKLA ÇIĞNEMEDEN EKMEK YAPMAYI FIRINLARA ORDU EKMEK BÖLÜKLERİ ÖĞRETMİŞTİR.. 10.- EN ÇOK TERZİYİ ORDU DİKİM EVLERİ YETİŞTİRMİŞTİR. 11.- EĞLENMEYİ TATİL YAPMAYI YAŞAMAYI BU MİLETE ORDU EVLERİ VE KAMPLARI ÖĞRETMİŞTİR..OYSA HER KURULUŞUN KAMPI VE SOSYAL TESİSLERİ VE MİSAFİR HANELERİ VARDIR AMA YAŞATAMAMIŞLARDIR… 12.- TÜRKİYE ”ÇOK ACİL” İ KULLANIRKEN ORDU ”İVEDİ” Yİ KULLANACAK KADAR TÜRKÇESİNE SAHİPTİR VE YAŞATANIDIR. 13.- TÜRK ORDUSU SİLAH VE CEPHANE DEMEK DEĞİLDİR SADECE… TÜM YAŞAM ARAÇ VE GEREÇLERİ İÇİN VAZGEÇİLMEZ DEV BİR KURULUŞTUR… 14.- ÇOĞU KİTAPLARDA TAHARATIN KÜÇÜK TAŞLARLA YAPILMASI ANLATILIR… ER EĞİTİM TUGAYLARINDAKİ TÜM TUVALETLER BU YÜZDEN TIKANIRDI… BU ORDU MİLLETİNE KIÇINI TEMİZLEMEYİ ÖĞRETMİŞTİR…BURDUR ER EĞİTİM TUGAYINDA USTA ERLERE TUVALET NÖBETİ TUTTURUP DA CEBİNDE TAŞLA HELAYA GİRMESİNLER DİYE ALINAN TEDBİRLERİ DENETLİYEN BİRİ OLARAK BİLİYORUM… 15.- ETEK VE KOLTUK ALTI TEMİZLİĞİNİN KONTROL EDİLİP ÖĞRETİLDİĞİ YERDİR ORDU.. 16.- ABD NİN SADECE VİETNAM DA, FRANSANIN SADECE CEZAYİR DE, RUSLARIN SADECE KATYN’DE(Polonya) KATLETTİKLERİNİN BİNDE BİRİ TÜRK ORDUSUNUN ŞEREFLİ TARİHİNDE YOKTUR.. 17.- BUNLARIN HEPSİ BİR YANA ; DOSTU DÜŞMANI BİLİR Kİ ORDUNUN BİR DİĞER ADI “MUHAMMEDİN OCAĞI” DIR… BUTÜN BU SALDIRILAR BU MÜKEMMELLİĞEDİR. BÜTÜN BUNLAR BU GÜZELLİKLER TOPLAMINA OLAN KISKANÇLIKTIR.. ”ASKERDE ADAM OLMAK” SÖZÜNÜN, ANADOLUNUN DİLİNDEN KAZINAMAMASI BU YÜZDENDİR.. MUHAMMEDİN OCAĞINI ALLAH KORUSUN…AMİN —————————————— ”Önemle ve ciddiyetle derim ki; Türkiye Cumhuriyeti kutsal tanıdığı, bağımsızlığını ve özgürlüğünü savunmada hoşgörülü olamaz.” MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ——————————————

9 Kasım 2012 Cuma

İzindeyiz!?..

İZİNDEYİZ(!) ATATÜRK O kadar ilerdesin ki, biz gerindeyiz Atatürk Sen doruklarda, biz yerin dibindeyiz Atatürk!- Bağımsız dış politikayı bıraktık Yabancı sermayeye avuç açtık Eller aya gitti, biz arkadan baktık... İzindeyiz Atatürk! *** Amerika’ya kul köle olduk Üye yapın diye AB’ye Kapılarında nöbet tuttuk... İzindeyiz Atatürk! *** IMF, efendi kesildi başımıza Kafaları ve ruhları türbanlılar Acı biber doğradı aşımıza... İzindeyiz Atatürk! *** Borç üstüne borç, yama üstüne yama Doyamadık vallahi açlığa Her şey satılık, ne ticaret(!) ama... İzindeyiz Atatürk! Erhan TIĞ

2 Kasım 2012 Cuma

imeceMİZAH: MİSAFİR

imeceMİZAH: MİSAFİR: sana bakarak bütün yüzleri unutmak kendimden ve arap saçı olmuş bir sürü hikâyelerden bıkarak sana misafir geliyorum denizlerin...

1 Kasım 2012 Perşembe

26 Ekim 2012 Cuma

AŞK Ne Gösterir?

Erhan Tığlı 26 Ekim 13:01 AŞK NE GÖSTERİR? Aşkın saatiyle kalmam hiçbir gün geri Aşkın pusulasıdır gösteren Güzelliklere ve de gidilmesi gereken yeri Aşk olmasa biz neyiz ki ...Sadece et ve deri... Bencil mutluluktan daha iyidir Aşkın derdi kederi... Erhan Tığlı ********

23 Ekim 2012 Salı

Bayram Kutlaması

ZAMLI BAYRAM İşte yine geldi kanlı bayram Bari bu sefer sevincimiz olsun tam Semtimize uğramasın dert ve gam Kurban keselim derken Kendimiz olmayalım kurban Eğer mutlaka gerekiyorsa Sadece mutluluğa yapılsın zam &&&&&&&&&&&&&&&&

Breathtaking photos: Aug, 28th - Côte d'Azur - French Riviera

Breathtaking photos: Aug, 28th - Côte d'Azur - French Riviera: Aug, 28th - Côte d'Azur - French Riviera , a photo by Sylvain_Latouche on Flickr. Holidays are over now for us... Just have some pictures t...

21 Ekim 2012 Pazar

BU Kimin Sesi?

ÖĞRETMENİN SESİ Orta yaşlı adam, koltuğundaki evrak dosyasıyla resmi daireden içeri girdi. Yorgun olduğu belli oluyordu. “Her gün bu daireye gide gele usandım be!” diye söylendi. “İşim bir türlü olmuyor, yokuşa sürülüyor. Ne yapmalı bilmem ki? Bugün ne olacak bakalım!” Orada gördüğü bir sandalyeye oturup biraz dinlenmek istedi. Tam sandalyeye oturmak üzereydi ki, hizmetli koşarak geldi: “Dur bakalım” diye bağırdı. “O sandalyeye oturman için sana kim izin verdi?” Adam hayretle, “Bu sandalyeye oturmak için izin almak mı gerekir?” diye sordu. “Tabi ya, dedi hizmetli. Belki o sandalye başkasınındır. Adam bir sorar be!” Öğretmen etrafına bakındı, “Kime sorulacak?” dedi. Hizmetli diklendi, “Kime olacak, bana!” diye bağırdı. “Biz burada eşekbaşı mıyız?” “Yahu git kardeşim başımdan” dedi adam. “Zaten yorgunum. Bir de seninle uğraşamam. Ekşiyip durma!” “Ben senin nereden kardeşin oluyorum, vazife başında memura hakaret ha! Gösteririm ben sana. Ekşimek senin gibilerinin işidir.” “İlle de bir şey göstermek istiyorsan müdür beyin odasını göster.” “Ne yapacaksın müdür beyi?” “Bu da sorulur mu? Turşusunu kuracak değilim her halde!” Hizmetli gene sinirlendi, tehditle parmağını salladı: “Ağzını bozma, fena yaparım sonra. Müdür beyin odası şurası ama giremezsin” diyerek bir yeri işaret etti. “Niye giremezmişim?” “Yasak. Müdür beyin işi var. İçeriye kimseyi almamamı söyledi.” “Şu sandalyeye oturup işi bitinceye kadar bekleyeyim bari.” “Hayır. Orada oturamazsın. Hizmetlilere aittir o sandalye.” Adam çaresizlik içinde ellerini iki yana açtı: “İçeri girmemi engelliyorsun, burada beklememe karışıyorsun. Sen insanı deli edersin vallahi. Bu kadarı da olmaz yani.” “Fazla konuşma, alırım ifadeni. Müdür beyin işinin ne zaman biteceği belli olmaz. En iyisi, sen bugün git, yarın gel!” “Gide gele yol ettim burasını. Yeter artık be! Azmettim, işimim bitirmeden bir yere gitmeyeceğim. Var mı bir diyeceğin?” Hizmetli bıyık altından güldü: “Dur bakalım. Sen bu kafayla daha çok gider gelirsin” diye konuştu. Öğretmen eliyle para işareti yaptı: “Elimi azıcık oynatsam işim hemen olurdu değil mi?” Hizmetli yumruklarını sıktı: “Bana bak, çok ileri gittin sen, diye bağırdı. Bizi rüşvetle mi suçluyorsun?” “Kimseyi suçlamıyorum, dedi adam. Bu işler çoğu zaman böyle oluyor.” Hizmetli, adamın üzerine yürüdü, dövecekmiş gibi elini kaldırdı: “Suçluyorsun, diye bağırdı. Onlar orada birbirleriyle çekişirlerken müdür yanlarına geldi, öfkeyle: “Ne oluyor burada?” diye bağırdı. “Bu ne gürültü böyle?” “Hadise çıkarıyor efendim, dedi hizmetli. İsterseniz polise teslim edelim.” “Hayır efendim, dedi adam. Suç kendisinde, vatandaşa güçlük çıkarıyor.” Müdür adamın sesini duyunca kendi kendine: “Ben bu sesi bir yerden tanıyorum ama nerden?” diye söylendi. “Ünlü birinin sesine benziyor. Açık vermeye gelmez. (Böyle dedikten sonra adama döndü) Tamam efendim, sinirlenmeyin. Hallederiz işini” diyerek onu içeriye aldı.(Hizmetliye döndü) “Beyefendinin elindeki dosyayı al, gerekli yerlere ilet. Hadi durma, yürü!” diye bağırdı. Hizmetli şaşırdı, “İyi ama efendim...” diye kekeledi. Müdür yüzünü buruşturarak ona eliyle gitmesini işaret etti: “Hadi, ne söylüyorsam onu yap. Fazla konuşma. Çabuk git gel!” dedi. Hizmetli boynunu bükerek, “Baş üstüne efendim” diyerek dışarı çıktı. Müdür, odasındaki koltuğu işaret etti: “Şöyle buyurun efendim, dedi. İşiniz tamamlanıncaya kadar burada oturup istirahat edin. Merak etmeyin. Çok beklemeyeceksiniz.” Adam teşekkür ederek koltuğa oturdu. Kendi kendine, “Müdür bana niye bu kadar ilgi gösteriyor acaba, hangi dağda kurt öldü?” diye mırıldandı. Müdür, adama sigara tuttu. “Teşekkür ederim. Kullanmıyorum.” Müdür, özür dileyen bir tavırla: “Sormam bile hata, dedi. Sigara sesinize zarar verir diye içmiyorsunuz değil mi?” “Böyle bir kaygım yok, dedi adam. Sağlığa zararlı diye içmiyorum.” Müdür, sigara paketini cebine koyarak, “Ne mutlu size! Ben bir türlü bırakamıyorum bu mereti” diye içini çekti. “İnsanın alışkanlıklarından sıyrılması zor tabi ama azmederseniz bırakırsınız. Azmin elinden bir şey kurtulmaz” dedi adam. Müdür yapmacık bir tavırla: “Nasılsınız, işleriniz nasıl gidiyor, yeni projeleriniz var mı?” diye sordu. Adam güldü, “Teşekkür ederim. İyi diyelim de iyi olalım. Siz nasılsınız?” Müdür içini çekti, “Teşekkür ederim. İyiyim ama sizin kadar değil.” “Yok canım, daha neler...” “Siz iyi olmayacaksınız da biz mi iyi olacağız?” Adam acı bir gülüşle, “Doğru! Sadece oynamak için zillerimiz eksik” diye konuştu. Müdür onun alaycı sözlerini duymazlıktan geldi. “İşiniz zevkli, kazancınız yerinde. Sizin yerinizde olmak isterdim doğrusu.” “İşim zevkli ama kazancım yerinde değil.” “Boşuna itiraz etmeyin. Bir de bana bakın. Akşama kadar dört duvar arasında çile dolduruyorum. Rahat yüzü gördüğüm yok.” “Eğer çile doldurmak buysa” diye dudak büktü adam. Müdür, adamın kulağına eğildi: “Çok hayranınız vardır değil mi?” diye sordu. “Üç beş hayranım vardır belki ama onlar da işleri bitince arayıp sormazlar.” “Aman efendim, çok alçakgönüllüsünüz.” “Alçak olmaktansa alçakgönüllü olmak iyidir.” O sırada hizmetli içeri girdi, elindeki dosyayı müdüre verdi. Müdür imzalayıp adama uzattı, “Buyurun. İşiniz tamam” dedi. Adam dosyayı alırken şaşkın bir tavırla: “Sahi mi?” Diye sordu. “Beni günlerce niye beklettiler öyleyse?” “Kusura bakmayın. Sizi tanıyamamışlardır, dedi müdür. İşiniz bittiğine göre, buyurun, bir şeyler içelim birlikte. “İşim acele, dedi adam. Başka zaman içeriz.” Müdür ayağa kalkarak adamın elini sıktı: “Öyleyse güle güle size. Bunu saymam. Gene beklerim. Muhakkak gelin ama.” Adam kapıya doğru yürürken, “Olur. Gelmeye çalışırım” diye konuştu. Müdür onu durdurdu: “Kusura bakmayın, dedi. Sesiniz bana yabancı gelmedi. Ses sanatçısı mıydınız?” Adam alayla güldü: “Yok canım. Nerde bizde o şans?” “O zaman muhakkak bir tiyatroda, televizyon dizisinde oynuyorsunuz.” “Yaptığım iş tiyatroya benziyor ama değil!” “Anladım! Televizyonda, sinemada seslendirme yapıyorsunuz.” “Sınıfta yapıyorum ben o seslendirmeyi.” “Efendim? Anlayamadım. Sakın sunucu falan olmayasınız?” “Evet, sunucu sayılırım bir bakıma. Her gün bir şeyler sunuyorum öğrencilerime. Daha hâlâ anlayamadınız mı? Öğretmenim ben, öğretmen!” “Hay Allah!” diye elini alnına vurdu müdür. Başını salladı, “Tamam. Şimdi aklıma geldi. Bize Türkçe dersine gelmiştiniz. Kusura bakmayın hocam, çok değişmişsiniz.” Adam içini çekti, sitemle müdürün yüzüne baktı: “Değişen ben değilim oğlum. Siz değişmişsiniz. Değişmeseydiniz öğretmeninizi bu kadar çabuk unutuvermezdiniz.” Müdür utanarak önüne baktı: “Güle güle” diye elinin uzattı. “Yine beklerim.” “Hoşça kalın, dedi öğretmen. Ben de sizi, sizleri bize beklerim.”

18 Ekim 2012 Perşembe

imeceMİZAH: KERESTE

imeceMİZAH: KERESTE: Dağdan inme kereste aklı fikri kafeste yoksula yardım etmez bahşiş verir bir deste kirletmekte hızlıdır, temizlikte aheste Erhan Tığl...

15 Ekim 2012 Pazartesi

GÜllü bir yazı

Şimdi gül mevsimidir/FEV Gül çiçeklerin kraliçesidir. Bunu kimse yadsıyamaz. Onu çok severiz ama pek çoğumuz da evimizde bir gül ağacı büyütmeyi düşünmeyiz. Ben gül sevdalısı bir şairim. Şiir kitabıma “Gülü Yakmak” adını verdiğim gibi ilk öykü kitabımın adını da gülle süslemiştim: “Gül Dokurdu Gözlerin… Pek çok yazar, şair güllü şiirler, yazılar yazmışlardır. Erdal Öz’ün üç devrim şehidimiz için yazdığı romanın adı da “Gülünün solduğu zaman” değil mi? Kızlarımıza gül adı vermekte usta değil miyiz? Gülçin, Gülten, Gülsen, Gülsün, Gülsüm… Hele Gaziantep Lisesinde bir Edebiyat öğretmeni vardı, adı da kendisi kadar güzeldi: Gülümay… Bakın bunlar da kimi şairlerin şiirlerine verdikleri adlar: Gülüşün Gül kokuyor… Gül kokulu dostlar… Şarkılarımızda çokçadır gül: “Gül derler sana gül derler, nazlı yare gül derler…”, “Gülünce Güller açıyor yanaklarında…” İnsanoğlunun gülüşü bile gülle süslenmiş baksanıza. Yar’in adı güldür. Turnalarla selam yollarken anmaz mıyız onu: “Oy gülüm gülüm, kırıldı dalım, tutmuyor elim, turnalar oy..” Esenlemede de vardır gül: “Gülegüle…” Güzel sözlerimizde de yerini alır: “Gül tutan el gül kokar…” Kokusuyla, elvan renkleriyle bir başka güzel çiçektir canım gül! *** Çeşitli zamanlarda güller diktim. Ama gülün hangi mevsimde dikileceğini bilmediğim için, bunların çoğu yaşamla buluşamadı. Onların artık ne zaman dikilmesi gerektiğini biliyorum. Bu bilgiyi sizlerle de paylaşayım istedim. Kim bilir belki sizin de evinizde bir gül ağacı büyütmenize katkıda bulunmuş olabilirim. “Ekim ayı gül ekme zamanıdır. Ancak kışın çok soğuk geçtiği sert iklimli bölgelerde baharda, havanın ısınmasına göre mart ya da nisan aylarında ekmek daha doğru olur. Böylelikle onları don tehlikesinden kurtarmış olursunuz.” Böyle diyor gül bilgesi ama Türkiye’mizin dört mevsimi bir arada yaşadığını hesaba katmıyor. Her bölgemizin ayrı gül koşulları olduğunu düşünmüyor. Ben Gaziantep’teki gül hastalarıyla görüştüm. Bizim toprağımızda gülün dikim zamanı aralık ayıymış. Dikilecek gül kalemlerinin kalınlığı ince olmamalı. Fazla kalın da olmamalı. Parmak kalınlığı iyidir. Bazılarımız uzun kalem gömerek daha çabuk büyüyebilecek güller üretebileceğimizi düşünürüz. Hayır, bir gül kaleminin bir karıştan fazla olmaması gerekir. Daha fazla olursa canım gülümüz bir yandan kökte filizlenirken bir yandan da tepeye can suyunu nasıl yetiştirsin? Dikim ertesinde en büyük düşman don’dur. Onları kış mevsiminde dondan kurtarmayı başarabilirseniz, gül fidanınızın baharda filizlendiğini, tomurcuk açtığını görerek sevinirsiniz. Dikim için ideal hava ılık, kuru ve parçalı bulutlu havalardır. Eğer ekim yapacağınız yerde daha önce gül vardıysa, önce toprağı değiştirmelisiniz. Çünkü güller topraktaki belli başlı mineralleri emerler. Gül dikilecek toprağın 60 cm. derinliğe kadar bellenmiş olması gerekir. Gülleri dikmeden hazırladığınız kalemleri en az 12 saat suda bekletmelisiniz. Hazırladığınız gül kaleminin yaklaşık 5 cm. kadarı toprağın altında kalmalıdır. Toprağı humusla zenginleştirmelisiniz. Fidanınıza artık can suyu vermenin zamanıdır. Can suyunun bolca verilmesi gerekir. Can suyu farklı bir şey mi acaba?” diye düşünürdüm öğrenmeden önce. Can suyu da bildiğimiz su canım. Bitkilere ekimden, dikimden sonra verilen ilk suya can suyu deniyor. Gülün bakımı da önemlidir ama daha gülümüz filizlenmeden “doğmayan uşağa don biçmeyelim,” derim. Gülünüzü bir büyütün hele. Sorun yaşarsanız internet size yardımcı olur. Gülleriniz hep olsun, düşmansız, savaşsız büyüsün, çocuklarınız gibi hiç solmasınlar.

11 Ekim 2012 Perşembe