29 Aralık 2020 Salı

GERÇEK SEVGİ

Aydın Efesi dergisinin 58 ve 59. sayıları geldi. İçinde yazı ve şiirlerim var. Dergide çıkan kısa bir şiirimi sunuyorum: GERÇEK SEVGİ Bencilliğin fildişi kulesinden in özveri atına bin Doğru iyi güzel olsun hedefin İşte o zaman gerçektir sevgin Hoşgörüyü rehber edin Erdem ayın olsun insancıllık güneşin İşte o zaman gerçektir sevgin

25 Aralık 2020 Cuma

Yara Bandı

YARA BANDI Derdine derman bulamasam da Hiç olmazsa yara bandın olurum Zorla giydirilen kara geceyi Dost ışıklarımla durdururum Solmasın kurumasın diye Güllerin karanfillerin İçine su serperim Kucaklarım şiirlerimle yüreğinden Sevdamla kucaklar öperim

Üzüntüye Bak!

ÜZÜNTÜYE BAK! Zararı dokunmazdı kimseye Oturduğu apartmanda Yoktu öyle kavgası gürültüsü Ya da yüksek sesle konuşması gülmesi... Bir gün ölüverdi Ölümünden daha çok üzdü Yan komşusunu Tuttuğu takımın yenilmesi... Erhan Tığlı *********

12 Aralık 2020 Cumartesi

Sevdalıyım Dostlar

Sevdalıyım dostlar sevdalı gerçekleri gören gözlere iş başında ırmaklaşan tere işçi mustafaya köylü ayşeye *** Sevdalıyım dostlar sevdalı inancın gür ekinine emeğin gül dikenine yazar barışa sanatçı sevgiye *** Sevdalıyım dostlar sevdalı çabanın altın başağına umudun üzüm bağına öğretmen nurana öğrenci canana *** Sevdalıyım dostlar sevdalı doğruluğu iyiliği güzelliği yaşayan yaşatan halkıma

İzlenme Rekoru Kıran Pomak Gençlerinden Muhteşem Kasap Havası...

5 Aralık 2020 Cumartesi

AĞIZ TADI

AĞIZ TADI Veli Aydınlık, Aydın’ın dağ köylerinden birinde yaşıyordu. Toprakları kurak ve çorak, kendisi de yoksul olduğu için her ay Aydın iline çalışmaya gider, orada aylarca kalır, yeterli para kazanmadan gelmezdi. Gene her zamanki gibi çalışmaya gitmiş, kışın geçinecek kadar para kazandıktan sonra köyüne geri dönmüştü. Dönmüştü ama bu hiç de kolay olmamıştı. Saatlerce bir kamyonun kasasında yolculuk yapmış, eğri büğrü yollarda sarsıntıdan içi dışına çıkmış, kemikleri sızlamıştı. Üstelik kamyoncu onu yol ayrımında bırakmış, oradan köyüne gelebilmek için, sırtındaki yükle bir saat yürümek zorunda kalmıştı. Gece yarısı olmuştu. Hırsıza uğursuza çatmamak için hızla yürüyor, bir an önce evine varmak için can atıyordu. Köye gelince kimseye görünmemek için ceketinin yakasını kaldırdı, kasketini öne eğdi. Kimseye laf anlatacak dermanı ve vakti yoktu. Kendini bir an önce yatağa atmak, yorgunluğunu gidermek istiyordu. Derken zor zahmet evine vardı, kapıyı çaldı. İçeri girer girmez aceleyle soyunup dökündü. Canının çektiği sıcacık çorbasını kaşıkladıktan sonra hemen yatağına uzandı. Çok geçmeden horul horul uyumaya başladı. Karısı onu çok özlemişti, gelmesini iple çekiyordu. Bir tıkırtı olsa heyecanla kapıya bakıyordu. Kocası gelmişti ama hayal kırıklığına uğratmıştı kendisini. Demek ki o, kendisini pek özlememişti. Sorduğu sorulara evet, hayırdan başka bir yanıt vermiyor, pek yüzüne bakmıyordu. Hele kocası çok uykusu olduğunu söyleyip kendini yatağa atınca ne yapacağını bilemedi, eli böğründe kalakaldı. Sıkıntısını dağıtmak için dışarı çıktı, inek sağmaya gitti. İnek, sütü sağılırken huysuzluk etti. Kadın öfkesini ondan çıkardı, sırtına bir şaplak indirdi: “Rahat dur bakayım. Canımı sıkma!” diye bağırdı. Komşusu merakla başını uzattı, ne olduğunu sordu. Kadın asık suratla konuştu: “Aydın’dan dayı geldi Dayı değil, ayı geldi!” *** Ertesi günü öğleye doğru uyandı Veli Aydınlık. Uykusunu iyice almış, yorgunluğunu gidermişti. Karısını ortalarda göremeyince bahçeye çıktı, tatlı bir gerinişten sonra yüzünü yıkadı, kurulandı, “İnsanın kendi evinde olması, kendi yatağında uyanması başka oluyor canım” diye mırıldandı. “Elin yatağı kuş tüyünden bile olsa diken gibi batıyor insana. Ekmek parası kazanmak için gurbete çıkmak zorundayız. Ne yapalım? Bunu da bulamayanlar var.” Güneş hoş geldin diye parıldıyordu. Çiçekler karşılama töreni yaparcasına allı yeşilli sıralanmışlardı, ayvalar özlemle sararmışlardı, narların ağzı kulaklarındaydı. Bahçede çalışan karsına gülerek el salladı, onu yanına çağırdı: “Günaydın, hayırlı sabahlar, diye bağırdı. Ne yapıyorsun orada hamarat hatun! Gel yanıma biraz. Bu ne çalışkanlık böyle?” Karısı akşamki soğukluğun etkisiyle: “Ne günaydını bu? Akşam olacak neredeyse” diye somurttu. “Ne yapayım, çalışıyorum. Çalışmazsak aç kalırız sonra.” “Sen çalışıyorsun da ben boş mu duruyorum, dedi Veli Aydınlık. Açlık dedin de aklıma geldi. Ben acıktım yahu! Senin tarhana çorbana hasret kaldım aylardır.” Kadın çapayı elinden bıraktı: “Demek aç olduğun için çağırıyorsun beni yanına. Bana değil de, tarhana çorbama hasret kaldın öyle mi? Alacağın olsun senin!” diye homurdandı. Veli dikkatle karısının yüzüne baktı: “Ne o, yüzünden düşen bin parça. Gözden ırak olunca, gönülden de mi ırak olduk yoksa?” diye sordu. “Onu sana sormalı” dedi karısı. “Neydi dün geceki halin?” Veli Aydınlık içini çekti: “Sorma, dedi. O kadar yorgundum ki, kimseyi görecek halim yoktu. Ucuz olsun diye, bizim tarafa gelen bir kamyonla geldim. Kamyoncu daha ileriye gittiğini söyleyip beni yol ayrımında indirdi. Sırtımdaki yükle bir saat de yaya yürümek zorunda kaldım. Ayaklarıma kara sular indi. Her tarafım dökülüyordu. Kusura bakma.” “Akşam söyleseydi ya bunu. Ben de çalıştığın yerlerde başka birini buldun, beni beğenmez oldun sanmıştım. Kıskançlıktan uykum kaçtı, sabahı zor ettim.” “Dediğim gibi, yorgunluktan ağzımı açacak halim yoktu. Gözüm yataktan başka bir şey görmüyordu” diyerek karısını okşadı Veli. “Hiç öyle şey yapar mıyım ben? Aşk olsun! Senin yerini kim tutabilir ki. Oradakilerin hepsi boyalı bebek, senin sadeliğin hiç birinde yok. Gözleri de bizim gibi çulsuzlarda değil, arabalı, evli, bol paralı beylerde paşalarda.” Kocasının bu sözleri kadının hoşuna gitti. Sevinçle sofrayı topladı. “Bulaşıkları şimdi yıkama. Sonra yıkarsın” dedi kocası. “Niye?” “İşimiz var seninle.” “Ne işiymiş bu?” “Anlarsın ya! Hadi yatağı hazırla. Orada anlatayım sana ne işi olduğunu.” “Gündüz vakti o iş olur mu, geceyi bekleseydin ya.” “Bir dakika bile bekleyemem. Seni ne kadar özlediğimi anlayıver gayri.” Yatağın başına gelince Veli hemen karısına sarıldı. “Dur, ne yapıyorsun? Daha yatağı hazırlamadım. Hem bir gelen, gören olur.” “Demek ki sen beni benim seni özlediğim kadar özlememişsin.” “Hiç öyle şey olur mu? Gece gündüz hep seni düşündüm.” “Öyle olsa böyle naz etmez, ipe un sermeye kalkmazdın.” Kocasının bu sözü üzerine kadın direnmeyi, bahane üretmeyi bıraktı. Yatağa soluk soluğa düşüverdiler. Mercimeği fırına verdiler, samanlığı seyran ettiler... Bir süre sonra kadın inek sağmaya gitti. İnek gene huysuzluk etti ama bu sefer kızmadı ona. Hayvanın budunu okşadı, “Rahat dur bakayım kınalı kızım!” dedi. Meraklı komşu , “ Bakıyorum da yüzünde güller açıyor. Ne var, ne oldu?” diye sordu. Kadın, ağzı kulaklarında, bülbül gibi şakıdı: Aydından kadı geldi ağzımın tadı geldi

25 Kasım 2020 Çarşamba

Güldüren Anılar

Ben Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeniyim. Türk dili ve edebiyatla ilgili o kadar ilgi çekici olaylar oluyor ki, bunlar bana “Güleriz ağlanacak halimize” dedirtiyor. Geçenlerde okula gitmek için yola çıkmıştım. Komşunun çocuğu kendisini anaokuluna götürecek arabaya binerken, işe gidecek babasına el salladı. Annesi çocuğunu, “Babana bay bay desene oğlum” diye zorladı. Oysa bizim, “Güle güle”, “Hoşça kal” gibi ne güzel sözlerimiz vardı. Gülmeyi, hoşluğu dile getiriyordu bunlar; karşımızdaki kişinin gülmesini hoş olmasını istiyordu. Peki bay bay sözü ne yapıyor yapmacıklık ve özentiden, yabancılaşmadan başka? Okulda derse girdim. Namık Kemal’in “Zavallı Çocuk” adlı eserini işleyeceğiz. Önce bir yoklama yapayım dedim. Tembel bir çocuğa Namık Kemal’in kim olduğunu sordum. Dudak bükerek, “Adı yabancı gelmedi hocam. Görsem tanırım” demesin mi! “Ne yazık ki göremezsin. Uzun yıllar önce öldü” dedim. Delikanlı üzüntüyle başını salladı: “Allah rahmet etsin!” Bir başka öğrenciyi kaldırdım. Namık Kemal’in hangi eserini işleyeceğimizi sordum. Bir cevap veremedi. Oysa birkaç gün önceden konuyu hazırlamalarını söylemiştim. Hayırsever bir arkadaşı eğilerek, “Zavallı Çocuk! Zavallı Çocuk!” diye fısıldayıp kopya vermeye başladı ama bunu duymayan zavallı çocuk put gibi duruyordu hâlâ. Gülerek şöyle dedim: “Arkadaşın seni ayıplıyor, sana zavallı çocuk diyor bak.” “Niye hocam?” “Namık Kemal gibi bir vatan ve hürriyet şairinin eserini bilemediğin için seni zavallı çocuk olarak görüyor da ondan!” *** Bir başka sınıfta Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş Şiiri”ni inceleyecektik. Bir öğrenciyi kaldırıp şiiri açıklatmaya başladım. Öğrenci şiirin, “Şakalarıma kar mı yağdı ne var?” mısraına gelince durdu. Ona ipucu vermek için, “İnsanın şakaklarına kar yağınca ne olur?” diye sordum. “Üşür efendim!” demesin mi... Ağaran şakaklarımı göstererek, “İyi ama ben üşümüyorum ki” dedim. Zeki bir öğrenci gülerek şöyle dedi: “Arkadaşımızın bu cevabından sonra üşümüşsünüzdür.” *** Bir öğrencimi tahtaya kaldırmış, şiir açıklatıyordum. Şiirde geçen, “yâr” kelimesinin ne demek olduğunu bilemedi. Kızdım. “Bir de genç olacaksın. İnsan genç olur da bu kelimenin ne demek olduğunu bilemez mi? Otur, öğren de öyle gel” diye bağırdım. Ya bir arkadaşı söyledi ya da ilham geldi. Öğrenci oturmaya hazırlanırken, “Sevgili hocam” diye bağırdı. Ama bunu öyle söylemişti ki, beni sevgili yapmış, “Sevgili, hocam” demesi gerekirken, “sevgili hocam” demişti. Sınıfta bir kahkaha koptu. Bozuntuya vermedim, gülerek: “Son anda bildin. Aferin sevgili öğrencim” dedim. İşte böyle, öğrencilerimiz her zaman kızdırmazlar bizi. Arada sırada da olsa böyle güldürenler de olur. Yoksa öğretmenlik çekilmez. *** Bir başka gün de, ne zaman aklıma gelse güldüğüm, “güleriz ağlanacak halimize dedirten bir olay oldu. Hatırladıkça acı bir gülüş yerleşir dudaklarıma. Ders işlerken öğrenciler hep bir ağızdan “Oley!” diye bağırıştılar. Şaşırdım, niye böyle bağırdıklarını sordum. Çok normal bir şey yapmışlar gibi gülerek: “Kar yağıyor hocam” dediler. “Ne oluyor kar yağarsa, niye seviniyorsunuz bu kadar?” “Kar yağarsa okullar tatil olur. Onun için seviniyoruz.” Ben kendi kendime, “Eskiden sizin yaşlardayken biz sevincimizi yaşa, yaşasın diye belirtirdik. Bu yabancı kaynaklı oley de nereden çıktı?” diye mırıldandım. Öğrenciler kendi âlemlerindeydi. Beni dinlemediler bile. İçlerinden biri: “Siz sevinmediniz mi hocam?” diye sordu. Ben de ortama uydum, onlara onların diliyle cevap verdim: “Herıld yani!” *** Teneffüsteydik. Baktım bir kız öğrenci arkadaşlarını başına toplamış, heyecanla onlara bir şey anlatıyor. Yanlarına yaklaşıp ne olduğunu sordum. Filiz adlı öğrenci şöyle dedi: “İngilizce öğretmenimiz ders anlatırken arkadaşlarımız dinlemedi, gürültü yaptılar. Öğretmen kızdı, niye dinlemediklerini sordu. Hep bir ağızdan, ‘Dinliyoruz’ dediler. ‘Şimdi dinleyip dinlemediğinizi anlayacağım, dedi öğretmen. Stendap piliz!’ diye bağırdı. Bütün arkadaşlarımız şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar. Ben ayağa kalktım. Öğretmen beni tebrik etti, ‘Aferin, dedi. Stendap pilizin lutfen ayağa kalkın demek olduğunu anlayıp bir tek sen ayağa kalktığın için sana on veriyorum.’ Oysa ben, öğretmenimizin, sen kalk filiz, dediğini sanmıştım!” Bu olay okullardaki yabancı dil öğretiminin acıklı halini gözler önüne seriyor. Ben de liseyi bitirdiğim yıl turistik bir yöreye gitmiştim. Çantamı dışarıda bırakıp bir mağazaya girdim. Tam o sırada bir turist geldi, çantamı satılık sanarak tezgâhtara fiyatını sordu. Ben, “o çanta benim” demek istedim ama turist nedense gülmeye başladı. Tezgâhtara turistin niye güldüğünü sordum. Adam, “Nasıl gülmesin, dedi. Sen, o çanta benim diyeceğin yerde, ben çantayım, dedin.” Yabancı dilde biz böyle çantayız işte! *** Lise son sınıf kitabında “Ziya Gökalp”in “Türkçülük Nedir?” adlı bir makalesi vardır. Yazarımız bu eserinde, “İnsanlarda secere yani soy sop aranmaması gerektiğini, soy sopun içgüdüleriyle hareket eden atlarda aranabileceğini, bir insan hangi terbiyeyi almışsa o terbiyeye göre davrandığını” belirtiyordu. Bu konuyu işledikten bir gün sonra anlayıp anlamadıklarını öğrenmek için bir öğrenciyi tahtaya kaldırdım, secerenin ne olduğunu, kimde aranacağını sordum. Öğrenci bilemedi. Bir arkadaşı, “At at at!” diye kopya vermeye başladı. Ben gülerek şöyle dedim: “Bak, arkadaşın sana at diyor ama sen sakın atma. Bu işler atmakla olmaz.” Bazıları edebiyatı küçümserler. “Edebiyat uydur uydur at”tır. “Edebiyat edepli yatmak”tır, derler. Uydurma sözler söyleyenlere, parlak laflar edenlere “edebiyat yapma” derler... Bu hükümler yanlıştır. Edebiyat; kötüyü, çirkini kaldır at, yazına, sözüne güzellik kat demektir. Edebiyat yat demez, ayağa kalk, gerekeni yap der. Edebiyat yapanlar edebiyatı kötüye kullananlar, onu kendi çıkarlarına alet edenlerdir. Günümüz test çağı. Okul müdürleri edebiyat öğretmenlerine, “kompozisyonla, şiir açıklatmakla fazla uğraşma, test çözdür de, öğrenciler üniversite sınavlarında başarılı olsunlar, okulumuzu adı duyulsun” diyorlar. Bu yüzde iki lafı bir araya getiremeyenler, güzel konuşamayanlar, güzel yazmayanlar, okur- yazar geçindikleri halde kitap okumayanlar, kitap okumayı gereksiz bulanlar çoğalıyor... Yaramaz bir öğrencim bir gün bana, “Siz de öğrenciyken bizim gibi normal miydiniz?” diye sordu. Yüzüne gülerek baktım, “Ben senden daha normaldim” dedim. Günümüzün gençlerine bakıyorum da onlar mı normal, biz mi diye soruyorum kendi kendime. İnşallah bir gün normallikte birleşiriz!

10 Kasım 2020 Salı

Soyunuk Yıldızımız

Anlı şanlı yıldızımız önce mankenliğe soyundu Sonra sunuculuğa soyundu Çevirdiği filmlerde soyundu da soyundu... Soyunmaktan giyinmeye fırsat bulamadı!

30 Ekim 2020 Cuma

Kahveli maniler

Kahveniz çiçekli olsun çiçeğine kuş konsun o kuş gönlünde ömür boyu ötsün ** Kahveyi koy fincana içeyim kana kana Sevenler güzelleşir Aşk ihsandır insana

28 Ekim 2020 Çarşamba

Gül Yağmuru

GÜL YAĞMURU Gönlümün dalına Bir kuş kondu Adı aşk Güzellik taşıdı
Şiir yüklü kanatlarıyla Duygularımın bahçesine Sırılsıklam oldum Gül yağmuruyla

11 Eylül 2020 Cuma

BİR NUMARALI ADAM

Bir Numaralı Adam Gazeteci: Biliyorsunuz, her vatandaşa bir numara veriliyor. Hiç merak ettiniz mi bilmem. Bir numaralı adam kim olacak acaba? Televizyonda, reklâmlarda bir zamanlar bir numaralı adama rastlardık sık sık. Son zamanlarda ortadan kayboldu. Nereye gitti acaba? (Dolaşır, seyircilere bakar. Sırtında bir numara yazılı olan, beden eğitimi yapan bir adamın yanına yanaşır, sorar) Hayrola, ne yapıyorsunuz böyle, yoksa yeni çevireceğiniz bir film için kondüsyon kazanmaya mı çalışıyorsunuz? Adam: ne kondüsyonu yahu? Anarşik bir olay çıktığı zaman çabucak kaçabilmek için alıştırma yapıyorum. (Elini kolunu kaldırır, sağa sola koşar) Gazeteci: Çok şakacısınız. Üstünüzdeki giysiler dökülüyor. Oysa biz sizi çok şık giyinir bilirdik. Yoksa bunları rol gereği mi giydiniz? Adam: Ne rolü be kardeşim, yoksulluktan giydim yoksulluktan. Gazeteci: Televizyondaki bir numaralı adama pek benzemiyorsunuz. Çok iyi bir makyaj yapmışsınız. Bravo doğrusu! Adam: Ne makyajı yahu? Benim karım bile yapamıyor o dediğin şeyi. Gazeteci: Makyaj yapmayan, yapamayan kadın olur mu? Neyse, geçelim orasını. Bir numaralı adam olmanızı neye borçlusunuz? Adam: Efendim, anlayamadım. Borç mu dediniz, uçan kuşa bile borcum vardır benim. Gazeteci: Devlet gibi bir adamsınız öyleyse. Nereden giyiniyorsunuz? Adam: BPS’den. Gazeteci: Efendim? Anlayamadım. Neresi orası? Adam: Bit pazarı sanayi. Anladın m enayi! Gazeteci: Anladım anladım.Peki sırtınızdaki bir numaranın anlamı ne? Adam: Haa o mu? Bizim yoksulsporun kalecisi sakatlanmış, onun yerine kaleci duracağım da...

3 Eylül 2020 Perşembe

DİDİM ALTIN KUM ÇEŞİTLEMELERİ Didim, Aydın’ın şirin bir sahil kentidir, çarpık kentleşeye kurban edilmemiştir. Denize girilen, çoğu otel ve tatil köylerinin bulunduğu Altın Kum, merkezden üç beş kilometre ötededir. *** Deniz havası almak isteyenler Barış Kafe’de otururlar Ama önündeki tur tekneleri buna engel olurlar... ** Didim kızları gece gündüz şortla gezerler Vücutlarındaki dövmeleri iftiharla sergilerler.. ** Sahildeki bankta oturan kadın bacaklarım görünmesin diye eteğini çekiştirir, sonra da bikinisiyle denize girer, güneşlenir! **. Köyde kasabada kolu bacağı açık kadın göremeyen gençlerin gözleri, kumda sereserpe yatan mayolu kadınları, kızları görünce faltaşı gibi açılır! ** İncik boncuk satanların yanında bir bici bici de yer almış, arabasının camına “Açılış uyanınca, kapanış canı sıkılınca” diye yazdırmış... ** Eski vakıf binasının önünde yazarlar festivali düzenleniyor; festivalde(!) yazarlar, kitap imzalatırlar mı acaba diye yoldan geçenlerin gözlerinin içine bakıyor... Yazarların içinde medyatik olanlar varsa, kitap imzalatmak isteyenler kuyruk oluyor, diğerleri sinek avlıyor! ** Sahildeki gazinoların, barların sesleri birbirlerini bastırmaya çalışıyor, müşteri kapmak için yarışıyor. ** Garsonlar, yabancı turistlerin önünde iki büklüm eğiliyorlar, yerlileri ise görmezlikten geliyorlar! ** Şimdilik yazacaklarım bu kadar. Tek dileğim, doğallığını korusun burası,sonu Bodrum ve Kuşadası gibi olmasın ve de değmesin nazar!.. Erhan Tığlı

1 Ağustos 2020 Cumartesi

koma

Sevgi ve dostluk neredeyse
bayram da oradadır
Sevgi ve dostluğun
olmadığı bir dünyada
insanlık komadadır

18 Haziran 2020 Perşembe

Ördek mi Kaz mı?!

İşte gene geldi yaz
derdini deftere yaz
Kin gölünde yüzenlere
yoksulları ezenlere
hayvan demek bile az
Böylelerine tapan
yalanlarına kanan
ya ördektir ya da kaz
T.C. Zümr

MİZAH HABER: GERÇEK BİR KARİKATÜR EMEKÇİSİ DAHA GİTTİ; SEDAT ÖZ...

MİZAH HABER: GERÇEK BİR KARİKATÜR EMEKÇİSİ DAHA GİTTİ; SEDAT ÖZ...: MİZAHHABER - Gerçek bir karikatür emekçisini Sedat Öztürk 'ü de 17 Haziran sabahında yitirdik!.. Gırgır dergisinin altın dönemini...

16 Haziran 2020 Salı

İnsanlık Nerede?

İNSANLIK NEREDE?
Bir türküde, “İndim dereye, taş bulamadım / Gönlüme göre eş bulamadım” deniliyor.
Eş yerine iş, aş da diyebiliriz. Taşların bağlandığı, köpeklerin salıverildiği bu devirde
Zalime atmak için taş da yok. Lokantalarda, çarşı ve pazarda sağlıklı yiyecek bulmak o kadar zor ki... Yani eş bulmakla bitmiyor iş. İyilik, güzellik azaldı ama çevre kirliliği, gürültü, anarşi, terör bol miktarda var. Yaşamak pahalı, ölmek ucuz. Üstelik kötülüğe, çirkinliğe alıştık, göz yumarak, aldırmayarak daha da çoğalmaları için var gücümüzle çalıştık...
“Bu viran ülke ve bu yoksul insan kütlesi için ne yaptın? (...) Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin. (...) O, kara toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte her yanın kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.” diyen Yakup Kadri ne kadar da haklı. Kendimi bir “Yaban” gibi hissediyorum ve sözde okur-yazar ama kitap okumayan, mektup bile yazmayan kişilerin kirli sokaklarında bir yabancı gibi dolaşıyorum.
Magandalar birbirlerine eşek şakaları yapıyorlar, yedikleri yiyeceklerin artıklarını yerlere fırlatıyorlar, itişip kakışarak gelip geçenleri rahatsız ediyorlar ama kimse ses çıkar(a)mıyor, üstelik aman başım belaya girmesin, bana bulaşmasınlar da ne yaparlarsa yapsınlar, diye oradan hızla uzaklaşıyor herkes. İsmet İnönü’nün, “Namuslular en az namussuzlar kadar cesur olmalıdırlar” sözü geliyor aklıma. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın, dersek yüz bulur, astar ister böyleleri. Susma, sustukça sıra sana gelecek. Bu tür kişiler çoğalacak, rahat, huzur elden gidecek” diyorum ama kimse oralı olmuyor.
Aklıma bir Bektaşi fıkrası geliyor: Kibar bir gence bir arkadaşı eşek demiş. Şimdiye dek böyle bir hakarete uğramayan genç bunu hazmedememiş, düşüp bayılmış, bir türlü ayıltamamışlar. O sırada oradan geçmekte olan bir Bektaşi durumu öğrenmiş, gencin kulağına eğilip bir şeyler söylemiş. Geç bir süre sonra ayılmış, gülerek çekip gitmiş. Oradakiler bunu nasıl yaptığını sormuşlar. Bektaşi gülerek, “Çok kolay, demiş. Genç daha önce kendisine eşek denilmediği için, bu söz çok ağırına gitmiş ama ben kulağına kırk kere eşek deyince alıştı, hiç yadırgamadı.”
Azalan insancıllığa, çoğalan hayvanlığa bakıyorum da, fıkradaki genç gibi olmak üzereyiz diye düşünüyorum ve Nabi’nin bir beytini değiştirerek şöyle diyorum:
Bende tepki yok, onda insanlıktan zerre
İki yoktan ne çıkar, düşünelim bir kere.

14 Haziran 2020 Pazar

şarkısı da yapılan Ümit Yaşarın şiirine


bir zamanlar şöyle bir nazire yazmıştım: Biraz gerçek biraz yalan
o benim işte
daima hep unutulan
o benim işte
İnnanma haritadakine
O ben değilim
bana yöneldiğin zaman
o benim işte
ANADOLU GERÇEĞİ

2 Haziran 2020 Salı

olur mu Böyle Olur mu?!

Okur mu böyle olur mu
Bülbül aşkla yanıp kavrulurken
güle karga kondurulur mu?
Gönlümüzü kin ve nefret kaplarsa
sevgi ve dostluğa yer bulunur mu?
***
Olur mu böyle olur mu
çiçekli bahçeler katledilip
her yere apartman doldurulur mu?
Güzellikleri talan eden yapsatçılar
yaptıklarınız insanlığa sığar mı?

27 Mayıs 2020 Çarşamba

DOST ÖĞÜDÜ

DOST ÖĞÜDÜ
Düşünün ki önünüzde bir dolap var. Bu dolapta 4 bölüm var. Her bölümde kutular. Bu kutuların içinde sevginiz ve nefretiniz var.
En üst bölümdeki kutularda ‘en çok sevdiklerinizi’ saklıyorsunuz.
İkinci bölümde ‘Seviyorum ama fazla da güvenmiyorum’ dediklerinizi.
Üçüncü bölümde ‘herkes gibi biri benim için dediklerinizi.
En altta da ‘nefret ediyorum veya kesinlikle güvenmiyorum’ diye adlandırdıklarınız...
Asıl sorgu şimdi başlıyor. Siz hiç en üst bölüm’e koyduğunuz birisini, bir tek söz yüzünden, en alt bölümdeki kutulara kattınız mı?
Değerinden fazla değer verdiniz mi birine? Ya nefret ediyorum dediğiniz birini zaman ile sevdiniz mi? Siz hiç yanıldınız mı? Utandınız mı o bir zamanlar arkasından attığınız kişinin şuanda en yakın dostunuz olduğu için? Hiç itiraf ettiniz mi ‘seni hiç sevmezdim’ diye?
Ya da hiç kızdınız mı ‘ne de çok güvenirdim sana’ diye.
İnsan hiç ‘bir söz’ ile en sevdiğini en nefret ettiği kişilerin arasına katabilirimi? Doğru mu? Bir zamanlar göklere çıkarttığınızı yerin dibine atmak olur mu? Yakışır mı size? Oysaki bir zamanlar aranızdan su sızmazdı. Yeri gelir ekmeği bile paylaşırdınız, kaldı ki düşünceleriniz, duygularınız. Bu kadar çok şeyi paylaştığın birini tanımamazlıktan gelebilir misin?
Sizlere bir tavsiye…
Hiç bir zaman ilk gördüğünüz birini ‘sevmedim’ diyerek, dolabınızdaki en alt bölümdeki kutulara atmayın. Zaman tanıyın,sabredin.. Gerekirse kutulara kaldırmayın, dolabın önünde bekletin. Zamanı geldiğinde o kişi zaten dolabında bir bölümü kendi seçecektir. Aynı şekilde, ilk gördüğünüz birine ‘sanki 10 yıldır tanıyorum’ diyerek, en üst bölüm’e kaldırıp, yere göğe sığdırmayın. Arkadaşlık, dostluk ve en önemlisi sevgi zaman ister. Senin haberin olmadan o dolabında kendine yer bulacaktır. Yeter ki siz sabredin ve dolabınızı geniş tutun..
Dolabınızın en üst bölümündeki kutuları ASLA atmayın. Değerli bir hazine gibi saklayın. En alt kattakileri de her hafta çöp’e boşaltın. Göreceksiniz, gün gelecek dolabınız sadece ‘SEVDİKLERİNİZ’ ile dolacaktır. İşte o zaman gerçek mutluluğu bulacaksınızdır.
Bu dolap herkeste vardır.
O sizin sevginizi barındırdığınız KALBİNİZDİR.

25 Mayıs 2020 Pazartesi

YAŞLILIK KAÇ YAŞINDA BAŞLAR?




Kristof Kolomb Amerika’yı keşfe çıktığı ilk yolculuğunda 50 yaşını çoktan aşmış durumdaydı.
Pasteur kuduz aşısını bulduğunda 60 yaşındaydı.
Mimar Sinan, Süleymaniye Cami’sini bitirdiğinde 70 yaşını geçmişti. Selimiye Cami’sini tamamladığında ise 86 olmuştu.
Galileo, ayın günlük ve aylık çizimlerini yaparken 73 yaşındaydı.
Charlie Chaplin, 76 yaşında film yönetmenliği yaparak hala işinin başındaydı.
Goethe, en büyük eseri Faust’u ölümünden bir yıl önce, yani 82 yaşında bitirmişti.
Nobel ödüllü Alman doktor Albert Schweitzer 88 yaşına rağmen Afrika hastanelerinde durmaksızın çalışarak ameliyat yapıyordu.
Ressam Titian 99 yaşında hayata gözlerini yumdu. “Lepanto Savaşı” adlı ünlü tablosunu ölümünden bir yıl önce tamamladı.
Gençlik hayatın belli bir çağı ile ilgili değildir.
İnsan, kendine olan güveni derecesinde genç, şüphesi derecesinde yaşlıdır.
Cesareti derecesinde genç, korkuları derecesinde yaşlıdır.
Ümitleri derecesinde genç, ümitsizliği derecesinde yaşlıdır.
Hiç kimse fazla yaşamış olmakla ihtiyarlamaz. İnsanları ihtiyarlatan, ideallerinin gömülmesidir. Seneler cildi buruşturabilir. Fakat heyecanların teslim edilmesi ruhu buruşturur. İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar, halbuki yaşamadıkça yaşlanırlar.
İnsan ihtiyar olmaya karar verdiği gün ihtiyardır.
Güzelliği görme yeteneğini kaybetmeyen asla yaşlanmaz.
Yaşlanmak bir dağa tırmanmak gibidir. Çıktıkça yorgunluğunuz artar. Nefesiniz daralır ama görüş alanınız genişler.
“Beynimiz yeni tecrübeler keşfettiği sürece insan genç sayılır.”
William Gladstone

21 Mayıs 2020 Perşembe

Öpücüklü gülmecelerim

Öpücük yolluyorum
ballı dudaklarına
aşkla taçlansın diye
eğer istemiyorsan
ver busemi geriye
***
Öpücük yolladım nazlı yare
dudak postasıyla hediye
kimseler görmesin
koynunda sakla diye
Dedi iyi güzel ama
ciğer emanet edilir mi kediye



17 Mayıs 2020 Pazar

AŞKIN ALFABESİ

AŞ: Aşk kişinin kendini aşması, sevgiyle dolup taşmasıdır
Sevgiliyle yenen yemek kuru ekmek bal börek gibidir
Ama aşksız kişilerin aşı bal börek olsa bile yavan gelir.
Aşk aşure ya da türlü tadında güle oynaya yenilen bir gönül aşıdır
İçindeki dost kahkahası, düşmanın gözyaşıdır…
şAŞKın: Aşk kayıtsız şartsız egemen olmak ister gönüllere.
Dinlemez yasa, ferman. Asla kul köle değildir kimseye.
Şaşkın! Hiç takılır mı aşka kın?
AŞKın: Sakın deme işim başımdan aşkın; çalınırsa kapın. Zamansız geldin ya da benden geçti artık diye düşünme, hemen al içeriye. Yoksa ne yaparsan yap, istediğin kadar çağır bağır, bir daha gelmez geriye. Aşkın yoktur yaşı başı. Onu baş üstünde taşı.
AŞIK: Aşık sevgilisine güzel görünmek için şık gezer. Zaten aşk da şık bir olaydır. Bencillere kendinden başkasını sevmek zor gelir ama özverili kişilere onun denizine dalmak, yakamozlu giysilere bürünmek çok kolaydır.
AŞIk: Aşk bir aşıdır. Bu aşı yediveren gülüne dönüştürür gönlümüzü, mutluluğumuzu sevgiliyle bölüştürür.
KAŞIK: Aşkın cennetinde herkes elindeki kaşığı karşısındaki sevgilisine uzatır, onu doyurur. İlgi ve sevgisini gül ile yoğurur, güzellikler doğurur, aşkın yüceliğini dünyaya duyurur.
Erhan Tığlı

12 Mayıs 2020 Salı

Mefkure_miz: Cehalet Yok Olur

Mefkure_miz: Cehalet Yok Olur

mizah deyince...

Mizah Neye Benzer?
Mizah dikiş makinesi gibidir; nasıl dikiş iğnesinin yardımıyla kumaşları, bezleri giysiye dönüştürüyorsak, mizah da dikenlerden, güllerden acı tatlı gülüşlerden bir giysi diker bize. Önce acıtır, batar ama onun sayesinde benliğimizin yırtıklarını, söküklerini dikeriz, yeni giysilere bürünürüz. Aksaklıkları, eksiklikleri tamamlar, güvenle ileriye doğru yürürüz.

Mefkure_miz: Can Sıkıntısı

Mefkure_miz: Can Sıkıntısı: Karagöz bugün yine acaip ve garaip sesler çıkartıyor; - Vıy vıy vıy vıyyyy!.. - Vıy vıy vıy vıyyyy!.. Hacivat karşı blk...