15 Şubat 2020 Cumartesi

SANATÇILAR SOYUNMALI MI?


SANATÇILAR SOYUNMALI MI?

            Sanatçılar soyunmalı mı soyunmamalı mı? Film yıldızı öyle ya da böyle soyunmak zorunda kalır, hele genç ve güzel bir kadınsa soyunmaktan kurtulamaz ve soyunduğu kadar gündemdedir, ön plandadır. Onlar da sanat için soyunduklarını söyleyerek günah çıkartırlar ama kimi güzeller var ki ikide birde soyunup duruyorlar. Dizide soyunuyorlar, filmde soyunuyorlar, podyumda soyunuyorlar. Soyunmadıkları bir tek yer kalıyor. Onun da hatırını sormadan yapamıyorlar; gelen tekliflere dayanamayıp, sunuculuğa soyunuyorlar!
            Soyguncular, “Ya paranı ya canını” derler ama güzeller ikisini de alırlar, paralı erkekleri soyup soğana döndürürler. Evin papağanı dişisizlikten bunalım geçiriyormuş. Durumunun kötüye gittiğini gören sahipleri çok para vererek bir dişi bulup getirmişler ve ikisini bir kafese koyup baş başa bırakmışlar. Bir süre sonra oraya geldiklerinde papağanın, dişisinin bütün tüylerini yolduğunu görmüşler. Telaşla, “Ne yaptın?” diye bağırmışlar. Papağan hiç istifini bozmamış, “O kadar para verdik. Soymayacaktık mı yani?” demiş.
İşte bunun gibi, kimi seyirciler bir gösterideki güzel oyuncunun soyunmasını seyretmek isterler, umduklarını bulamazlarsa o filmi, tiyatroyu beğenmezler. Bunu bilen yönetmenler güzelleri yerli yersiz muz gibi soyarlar, yapıt konusuyla değil de soyunma sahnesiyle anılır.
            Şair ve yazarlarımız öykü, roman ve şiirlerinde, ressamlar nü tablolarında kadının soyunmasını ele alır ya da soyunan kadını dile getirirler. Bakın koskoca Ziya Paşa bile yoldan çıkmış. Sevgilisine şöyle diyor: “Mintanının düğmesini çöz/ Sim tenin görsün bu göz.”
            Gönlü her güzele sevdalı Karacaoğlan da, “Bilmem ay mı doğdu, gün mü doğdu âleme/ Yoksa yârim düğmelerini çözdü mü?” diye sorduktan sonra, “Soyunup koynuna girmeye geldim” deyiveriyor dilbere. Ahmet Refik Altınay’ı kendinden geçiren sevgilisinin billur göğsü, gül tenidir: “Bir soyunsa sine-i billuru mest eyler beni/ Sabaha dek sevsem usanmam gül gibi nazik teni.” Behçet Kemal Çağlar, ruhunun soymak için bir kadın istiyor: “Bir kadın istiyorum, ruhunu soymak için”. Şeytan da diyor ki, “Bırak ruhunu soymayı da kendi soyunsun o güzelin. Soyunsun da gözlerimiz bayram etsin!”
            “Saçların çırılçıplak omzundan aksın/ Mermer üzerinden geçen su gibi.” Böyle diyor, sonradan süper mürşit olan Necip Fazıl Kısakürek. Âşık Dertli, ışık yüzlü sevgilinin örtülerinden sıyrılarak gönlünü ışıtmasını diliyor: “Ref et nikabını ey vech-i Enver/ Zulmette olsun gönlümüz münevver.” Nedim bir ham sofuya, düğmelerini göbeğe dek çözmüş bir güzeli görsen sabredebilir misin, diye soruyor: “Çözülmüş düğmeler çak-i giriban nafe dek inmiş/ Buna sabrolunur mu zahida sen âşık-ı zar ol”...
            Fuat Hüsnü Demirelli, sevgilisini, “Çiçekler yaşar mı havasız, susuz/ Neden böyle dursun memeler mahpus” diyerek soyunmaya razı etmeye çalışıyor. Ümit Yaşar, soyunan kadını şu dizelerle şiirleştiriyor: “Sıyrıldı bütün örtülerden/ Bir güneş doğdu karşımızda/ Duyduk teninin sıcaklığını/ Hoyrat avuçlarımızda./ Saatler durdu kahrından/ Paramparça oldu aynalar/ Soyunur bütün vücudu/ Taş kesilinceye kadar./ Kamaşan gözlerimizle içtik/ Yudum yudum aydınlığını/ Bir kadın susuz dudaklarımızda/ Sebil etti kadınlığını.”
            Genç ve güzel bir kadın, hasta çocuğunu doktora getirir. Doktor bir kadına, bir de çirkin çocuğa baktıktan sonra kadına soyunmasını söyler. Kadın şaşırır, “İyi ama hasta olan ben değilim, çocuğum” diye itiraz eder. Doktor, “Tamam. Biliyorum, der. Bu çocuğu size yakıştıramadım. Birlikte bir yenisini yapacağız.”
            Kimi doktorlar genç ve güzel kadın hastaları soymaya çok meraklıdırlar. Bir doktora güzel bir kızla, yaşlı bir kadın gelmiş. Kız daha ağzını açmadan doktor kendisine, “Soyunun” demiş. Kız, “İyi ama hasta olan ben değilim. Yanımdaki ninem” deyince doktor, “Ya öyle mi, diye yüzünü buruşturmuş, kadına dönerek, “Dilininiz çıkarın” diye konuşmuş.
            “Odam kireçtir benim/ Yüzüm güleçtir benim/ Soyun da gir koynuma/ Tenim ilaçtır benim.” En iyisi bu türküde söylenmiş. “Soyun güzelim soyun. Soyun da bitsin aşk denilen oyun” diye bitirelim sözümüzü. Güzelliklerle bezeyelim özümüzü.    Erhan Tığlı
           


12 Şubat 2020 Çarşamba

MUSKA



MUSKA
Bir yazar arkadaşımın köyüne gittim. Beni çok iyi karşıladılar. Arkadaşım benim Öğretmen olduğumu söylediği için köyde adım "Hoca"ya çıktı. "Hoca" aşağı, "Hoca" yukarı... derken herkes adımı, soyadımı unuttu,"Hoca" diye tanıdı, benimsedi. Biliyorsunuz hocalık çeşit çeşit. Cami hocası var, asıl hoca onlar. Bizim gibi öğretmenlere de hoca diyorlar. Sadece öğretmenler mi? Teknik direktörler, hakemler de hoca. Ortalık hocadan geçilmiyor. Maçta hakem bir oyuncuya sarı kart gösteriyor. Oyuncu itiraz ediyor:
- Hocam, valla kasti bir şey yapmadım.
Seyirciler takımın çalıştırıcısına bağırıyorlar:
-Hocaaa!Şu iki numarayı değiştir. Birazdan kırmızı kart görüp takımı on kişi bırakacak!
**
Arkadaşım beni övdüğü. "Çok kültürlüdür. Gece gündüz kitap okur, bir şeyler yazar durur" dediği için köyde itibarım çok iyiydi. Ne zaman kahveye gitsem hemen çay,kahve ısmarlıyorlar, yolda saygıyla selam veriyorlardı. İçimden, "Keşke böyle bir yerde öğretmenlik yapsaydım" diyor, "buradaki öğretmenler köyde çalışmaktan ne kadar memnundurlar" diye fikir yürütüyordum.
Ünüm komşu köye de gitmiş olmalı ki, günlerden bir gün bir yabancı geldi yanıma. Arkadaşımın dediğine göre komşu köyün zenginlerinden biriymiş. Adam ellerime sarıldı. "Senden bir ricam var. Yerine getirirsen aha şu kınalı kuzu senin" diye şirin mi şirin bir kuzuyu gösterdi. "Bu yörenin insanları ne kadar da cömertmiş yahu!" diyerek arkadaşıma baktım. O, başım he de anlamında sallıyordu.
- Elimden gelirse yaparım tabii, dedim. Kuzuya falan gerek yok. Çocuğunuz bütünlemeye mi kaldı, ona ders mi verdireceksiniz?
- Yok canım, dedi adam. Benim ricam başka. Benim karaoğlan hasta...
- iyi ama ben doktor değilim ki.
Beni cami hocası sandığım anladım. Gülerek:
- Siz beni başka hocalarla karıştırdınız galiba, dedim. Karaoğlana okutup üfletmek istiyorsunuz anlaşılan. Bu iş öyle okuyup üflemekle olmaz. Doktor gerek. Hem öyle olsa bile köyünüzdeki caminin hocasına gitmeliydiniz.
- Sizin gibi İstanbul’larda okumuş derin bir hoca varken ne yapalım onu, dedi adam. Duyulacak diye korkuyorsunuz galiba. İşte yemin ediyorum. Valla billa kimselere söylemem. Bir şeyler yazıver de asalım karaoğlanımın boynuna. Pisi pisine ölüp gidecek zavallı. Şu kınalı kuzu sizin kısmetiniz, kaçırmayın bunu.
- Yoo! Ben öyle muskacılık falan yapamam.
- Canım eski yazıyla bir şeyler yazıverin işte. Dua gibi bir şeyler.
- Size eski yazıyla dua yazdığımı kim söyledi?
- Peki bu ne?
Adam, önümdeki, edebiyat fakültesinde öğrendiğim eski yazıyı unutmayayım diye okuduğum dedemin eski yazıyla yazılmış bir kitabım gösteriyordu. Kitap eski yazıyla yazılmıştı ama dua kitabı değildi. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın bir romanıydı. Bunu boş vakitlerimde okurum diye getirmiştim. Nasıl anlatmalı acaba diye düşünerek arkadaşıma baktım. Ondan yardım umdum. Kulağıma eğildi, "Yazıver işte bir şeyler be! Elin mi aşınacak? Adam kararlı. Yazdırmadan gitmeyecek. Şu kınalı kuzunun güzelliğine bak. Kaçırma şu fırsatı" diyerek beni baştan çıkardı, şeytana uydurdu. Adamın yalvarmalarına ve kınalı kuzusuna dayanamadım,bir kağıda eski yazıyla bir şeyler yazarak eline verdim. O kadar sevindi ki neredeyse ayaklarımı öpecekti. "Hele bir iyileşsin karaoğlanım. Bak sana neler getireceğim daha "diyerek çekip gitti.
Adam kimseye söylemeyeceğini belirttiği, yemin ettiği halde söylemiş olmalı ki köyün imamı, hacı hoca takımı yüzüme öfkeyle bakmaya başladılar. İlerici gençler de selamı sabahı kestiler. Derken bir süre sonra iki jandarma kapıya dayandı ve beni apar topar karakola götürdüler. Karakol komutanı:
- Gel bakalım üfürükçü hoca, köpeğe muska yazmaya utanmadın mı? diye bağırdı.
- Ne köpeği? diye hayretle yüzüne baktım.
Meğerse adamın "Karaoğlan" dediği köpeğiymiş. Ben oğlu falan sanmıştım.
- Konuşsana! Dilini mi yuttun? diye bir daha gürledi komutan. Mübarek dualar köpeğin boynunda ne arıyor? Hacı hoca takımı bu yaptığına öyle kızdı ki ben olmasam linç edeceklerdi seni.
- Bu işte bir yanlış anlama var, diyerek komutana olup biteni anlattım. Komutan anlayışlı biriymiş:
- Demek hoca deyince seni din hocası sandılar ha? diye gevrek gevrek güldü. İnsan bu karaoğlan kim diye bir sorar be!
- Ne bileyim komutanım, dedim. Akıl bırakmadı ki adam bende. O kadar yalvarıp yakardı ki... Baktım gitmeyecek. Başımdan savmak için bir kağıda bir şeyler yazıp gönderdim kendisini.
- Peki ne yazdın kağıda?
- Şimdi ne desem inanmayacaksınız, dedim. Muska denilen şeyi getirsinler, bir de eski yazı bilen biri gelsin okuyuversin.
Komutan jandarmaları çağırdı. Bir süre sonra yazdığım muska, muska yazdıran adam ve eski yazı bilen bir yaşlı geldi. .Adam beni görünce ellerime sarıldı, "Yazdığınız muska iyi geldi. Karaoğla’nım iyileşti" dedi. Komutan:
- Bir daha ata, ite muska yazdırdığını görürsem mahvederim seni! diyerek adamı haşladı ve dışarı çıkardı.
Eski yazı bilen yaşlı, yazdığım "muska"yı okumaya başladı:
"Bir dalda iki elma
İster al, ister alma.
Zorla yazdım bunu,
Allah’ım günah yazma!"
Komutan bir kahkaha attı, bana döndü:
- Tamam. Kurtuldun, dedi. Ama sen sen ol, sakın mani biçiminde de olsa böyle şeyler yazayım deme. Sonra yapışırım yakana.
- Vallahi yazmam komutanım. Yazarsam Arap olayım, ayaklara çorap olayım, diyerek dışarı çıktım ve oradan çabucak uzaklaştım. Belli mi olur, komutan fikir değiştiriverir. Arkadaşımın evine geldiğimde baktım odada bir sürü kişi.
- Bunlar ne arıyor burda? diye sordum.
Arkadaşım göz kırptı, kulağıma eğildi:
- Yazdığın muska işe yaramış. Ünün dört bir yana yayılmış. Bunlar yeni müşterilerin. Bu gidişle köşeyi döneceksin, dedi.
- Eksik olsun böyle köşeyi dönme, dedim ve tuvalete gitme bahanesiyle dışarı çıktım koşa koşa köyden uzaklaştım.
Erhan TIĞLI
Çağdaş Türk Dili
Ağustos 1998 Sayı:126