20 Aralık 2014 Cumartesi

Kıyamet Ne Zaman kopacak?

KIYAMET NE ZAMAN KOPACAK?
            Kıyamet ne zaman kopacak acaba? Siz bu sorunun yanıtını düşünürken, ben bir fıkra anlatayım da, acı acı düşünmeyi bırakın, buruk da olsa gülün biraz.
            Din dersi öğretmeni sınıfta kıyametin kopmasını ballandıra ballandıra anlatmış:
            “O gün büyük bir fırtına kopacak, insanlar ne yapacaklarını, nereye gideceklerini şaşıracaklar, telaşla sağa sola koşacaklar, sığınacak bir yer bulamayıp kaderlerine razı olacaklar ama ellerinden bir şey gelmeyecek, pişmanlık gözyaşları dökecekler” diyerek öğrencileri etki altına almak istemiş, sonra da, “Anlamadığınız bir şey var mı?” demiş.
            Bir öğrenci ayağa kalkmış, “Söylediklerinizin çoğunu anladım da, şunu merak ediyorum, demiş. O gün okullar tatil olacak mı?”...
            Çok kalabalık yerine “kıyamet yeri gibi” deriz.”Biri yer, biri bakar; kıyamet ondan kopar” demiş atalarımız. Yiyen dünyaları yiyor, deveyi hamuduyla yutuyor da, ses çıkaran olmuyor. Olsa bile bu akortsuz sesi hemen kısıveriyorlar. Bakanların çoğu da, öküzün trene baktığı gibi bakıyor olup bitenlere. La Fontainler ne kadar uyarmaya çalışırlarsa çalışsınlar, gene,  ağzındaki peyniri tilkiye kaptırıyor karga ve bir türlü dağılmıyor kurdun sevdiği dumanlı hava, koyunları, kuzuları koşan yok savunmaya, korumaya.
            Bağırıp çağırmak “kıyametleri koparmak” diye nitelendirilir. Bursa’nın düşman işgaline uğramasına üzülen Mehmet Akif Ersoy, “Bülbül” şiirinde: “Eşin var, aşiyanın var, baharın var ki beklerdin/ Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?” diye seslenir ona, acı acı ötüp durmasına kızar, “matem senin hakkın değil, benim hakkım” der.
            Avantadan para kazanmaya alışmış kişiler, para muslukları azıcık kesiliverse kıyametleri koparırlar. Futbol fanatikleri tuttukları takım, hele şaibeli bir golle, yeniliverirse, öyle kıyametleri koparırlar ki, bu olay memleket meselesi haline gelir, yer gök ayağa kalkar, tartışmalar bitmek bilmez. Bu konuda şöyle bir taşlamam var:
            Biri yedi, biri baktı
            Kopmadı kıyamet
            Çalındı hak
            Aldatıldı halk
            Kopmadı kıyamet.
            Tuttukları takım yenildi
            Koptu kıyamet!
            Abdülhak Hamit Tarhan, karısı Fatma Hanım’ın ölümüne o kadar üzülür ki, Makber şiirinde: “Çık Fatıma lahdden kıyam et/ Yâdımdaki haline devam et” der, kıyametin kopmasını, karısının dirilip mezarından ayağa kalkmasını, eski canlılığını sürdürmesini ister.
            Nasrettin Hoca’ya kıyametin ne zaman kopacağını sormuşlar. “Büyük kıyamet mi, küçük kıyamet mi?” demiş. “Büyüğü anladık ta, küçük kıyamet nedir?” demişler. Hoca bıyık altından gülerek şöyle demiş: “Karım ölünce küçük kıyamet olur. Ama ben ölürsem büyük kıyamet kopar.”
            Hoca dedim de aklıma geldi. Hoca bayılmış. Öldü sanmışlar. Mezara götürürlerken önlerine iki yol çıkmış. Cemaat hangi yoldan gideceklerini tartışırlarken ayılan Hoca dayanamamış, tabuttan başını kaldırıp, “Ben, sağlığımda şu yoldan giderdim” demiş.
            O yol ne yolu mu? Hoşgörü, güleryüzlülük, erdem yolu, uygarlığa uzanır kolu...
            Eskiler kıyametin kopmasını bina ile zinanın çoğalmasına bağlarlar. Bahçeleri bozup üstlerine binalar konduruyorlar. Kuşadası, Bodrum, Didim gibi turistik yerlerdeki dağı taşı sitelerle dolduruyoruz. Denizleri kirletiyor, akarsuları, gölleri kurutuyoruz. Verimli arazilere fabrika kurup ağaçları kesiyor, çiçekleri yoluyoruz
Her tarafı çölleştirmeyi marifet biliyoruz. Bütün bunları uygarlaşmak sanıyoruz...
            Okur-yazar olduğumuz halde kitap okumuyoruz, bir mektup bile yazmıyoruz. Ama cepli cepsiz, bol bol, yerli yersiz konuşuyor da konuşuyoruz, mesajlaşıyoruz...
            Soyunarak ün yapan, nikâhsız yaşayan starlar el üstünde tutuluyorlar, sanatçı oluyorlar kolayca. Medya maymunu oluyor, daldan dala atlıyorlar. Sanat ayaklar altına alınıp gerçek sanatçılar yerlerde sürünürlerken böyleleri bir elleri yağda, bir elleri balda yaşıyorlar. Fildişi kulesine çekilmek, toplumsal olaylara duyarsız kalmak aydınlık sayılıyor. Toplumcu sanatçılara çamur atılırken suya sabuna dokunmayan kişiler tertemiz kalıyorlar.
            Bu gidişle kıyamet kendiliğinden kopmayacak, onu biz koparacağız düşüncesiz ve duygusuzluğumuzla, çıkarcılığımızla, bencilliğimizle...
           
            Erhan Tığlı




16 Aralık 2014 Salı

Gülüş Edebiyatı

EDEBİYATIMIZDA GÜLÜŞ
            Gaziantep Tıp Fakültesi öğretim üyesi Profesör Doktor Yavuz Coşkun, “Çocuklarınıza sistemli olarak gülmeyi öğretin. Gülmeyi öğrenen çocuklar hayata daha olumlu bakar ve iyimser olarak büyür” diyor. Sadece çocukların değil, büyüklerin de gülmeyi öğrenmesi gerekiyor. Bu işi en iyi sanatçılar yapar. Bu yazımda şair yazarların gülmekle ilgili sözlerine, dizelerine yer vererek gülmenin önemini ve değerini vurgulamaya çalışacağım.
            Molla Demirel, sevgilisine “Deli olurum sesini duymadığım/Gülüşünü görmediğim gün” diye sesleniyor. Replier, “Birlikte gülmediğimiz birini gerçekten sevemeyiz” diyor. Piercy, “Paylaşılan kahkaha erotiktir” diyerek bize dudak büktürüyor. Gardonyi, “Ben, adamı gülmesiyle ölçerim; kunduracı kahkaha atar. Bilgin sadece gülümser” deyip kahkaha atmaya karşı çıkıyor! “Şen adam güneşe benzer, girdiği yeri aydınlatır” diye Cenap Şahabettin, delilikle budalalığın farkını bakın nasıl belirtiyor: “Her şeye gülmek deliliktir; hiçbir şeye gülmemek de kuşkusuz budalalıktır.” Molier, “İnsan güldüğü kadar insandır”, Graville, “İnsan gülmesini bilen hayvandır” diyorlar. Chamfort’a göre, “gülmediğimiz günler kaybolmuş sayılır.” E.W.Wilcox çok önemli bir gerçeğe değiniyor: “Gülerseniz dünya da güler; ağlarsanız yalnız ağlarsınız.”
            Maksut Koto, Beşparmak dergisinde çıkan “Sana Bulaşan En Güzel Şey, Gülmek” adlı şiirinde bakın gülmeyi nelere benzetiyor:
            “gülmek, köz bir uykudan yalınayak uyanmaktır/ gülmek, mevsimi mavimsi bir düş olan martının yüreğidir/gülmek, ah ile başlayan zindanın sorgusuz güneşidir/gülmek, sana bulaşan en güzel şey... (...) gülmek, sebebsizce yeşeren bir bahar/ sanki, on üçüncü ayından başını uzatan/kasımpatı/hüznün aynasıdır gülmek”
                        “Yüzünüzdeki gülümseme kalbinizin evde olduğunu bildiren, ışık yanan bir pencereye benzer” diyerek gülmeyi pencereye benzetiyor Francis Benson. Gülmek bakın daha nelere benzetiliyor: “Gülmek kalbin kendi kendini tedavi için yaptığı bir ilaçtır.” J. Holland, “Gülmek, fırtınalı gökte doğan bir gökkuşağına benzer.” A. Grün, “Güleryüz altın anahtardır.” T. B. Macavlav, “Gülmek bir güneştir, insanın yüzünden hüzün ve keder kışını defeder.” Victor Hugo...
            Radi Fiş’e göre “Ağlamak köleliğin, gülmek özgürlüğün ifadesidir.”
             M. Emin Değer, güneşin doğuşunu sevdalı kızların gülüşüne benzetiyor;
            “Güneşin doğuşu orda her sabah/ Sevdalı kızların gülüşü gibi”
            Ziya Paşa, nazik gülüşlere aldanmak gerektiğini belirtiyor:
            “Yaktı nice canlar o nezaketle tebessüm
            Şirin dahi kastetmesi cana gülerektir”
            Edip Cansever, “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde gülmeyi toplumsal yönden şiirleştirmiş: “Gülmek/ bir halk gülüyorsa gülmektir.”
            Şair Nedim, sevgilinin şeker gülüşüyle öyle kendinden geçmiş, sarhoş olmuş ki, kendisini zevk meclisine kadeh yapan sevgilisinin içki kadehini yarım sunmasını istiyor: “Bir şeker handeyle bezm-i şevke cam ettin beni/ Nim sun peymaneyi saki tamam ettin beni”
            Yusuf Ziya Ortaç, “Gülüşü o kadar hoştu ki hele/Lebinden goncalar düresim geldi” diyor sevgilisi için. Fuzuli, sevgilisinin gülüşünü görünce ne yapacağını şaşırıyor; “Nutkum tutulur gonca-i handanını görünce” demekte kendini alamıyor. Cahit Sıtkı Tarancı, yanında sevgilisi gülünce şu dizeleri yazıyor: “İlktir hem sarhoş hem ayık olduğum/Bir gerçek içindeyim düşten güzel/ Sevdiğim gülüyor yanıbaşımda”
            Ümit Yaşar, sevgilinin en çok gülüşünü seviyor:
            “Ben senin en çok gülüşünü sevdim
            Sevindiren, ,içinde umut çiçekleri açtıran
            Unutturur bana birden acıları, güçlükleri
            Dünyam aydınlanır sen güldüğün zaman”
            Salah Birsel, “Kikirikname” adını taşıyan alaycı şiirinde, “Sizinki de gülmek mi a teresler/Gülünce şöyle bir sunturlu gülmeli/Bir iki üç dişleri göstermeli/Sırıtmalı değil zangır zangır gülmeli/ Yakaları kolalatmalı bir iki üç/Bir iki üç başları doğrultmalı/Boşuna değil bu öğütler inanın/Gülünce sabah akşam gülmeli/Ceketleri kavuşturmalı bir iki üç/Köşelerde değil ortalarda gülmeli//Düğmeleri parlatmalı zamanında/ Gülünce şapkalarla gülmeli/Bir iki üç sayıyla bükülmeli/Sırayla değil hep birden gülmeli/İşin bütün inceliği burada a teresler/Gülünce dişleri göstermeli” demiş, gülmenin yolunu yordamını göstermiş!
            Melek Sabah Şardağ, Gül” adlı şiirinde şöyle diyor:
            Gül yavrum,
            Gül ki,
            Unutulmuş eski bir öyküyü,
            Şarkıyı anımsar gibi olsun insanlar.
            Kandır doğayı gülüşünle.
            Yarılıp zamansız çatlasın tomurcuklar.
            Gül ki,
            Başka ülkelere göç etsin
            Bu kara, bu hain bulutlar.
            Gökyüzü boz, sokaklar dar
            Yitirilmiş ak sabahlarda
            Gülüşünden başka bağlanacak ne var?
            Kan, sevgileri götürüyor
            Evrenin dört bucağında
            Gül meleğim,
            Gülüşün armağan olsun
            Gülemeyen tüm çocuklara.”
            Halk ozanı Hüdai, gülmekle teselli buluyor:
            Varsın sormasınlar dar günlerimde
            Bol günde kapımı çalıyorlar ya!
            Ağlarken merhaba etmezlerse de
            Gülersem selamımı alıyorlar ya!”
            Ruhsati, “El yanında yıkar gider kaşını/Tenhalarda gülüşünü sevdiğim” diyor...
            Manilerde de gülmek ele alınmış, bu konuda çeşitli örnekler verilmiştir. İşte birkaçı:
            “Gül düğümü
            Karşıda gül düğümü
            Yârim buradan gideli
            Kim görmüş güldüğümü
                        ***
            Bülbülüm güle karşı
            Gözyaşım sele karşı
            İçin için ağlarım
            Gülerim ele karşı
                        ***
            Arpa buğday geç olur
            Güzeller güleç olur
            Güzellerin güleci
            Her derde ilaç olur”
                        ***
            Gök gürlüyor derinden
            Gökler oynar yerinden
            Bir kerecik gülersen
            Kalbim oynar yerinden”
            Ben de maniye benzeterek şu dörtlüğü yazmıştım:
            “Ne mutlu gül dikene
            Gülene güldürene
            Gülenler güle benzer
            Gülmeyenler dikene”
            Ethel Barrymore çok önemli bir gerçeği dile getiriyor:
            “Kendi hatalarımıza gülmeyi başardığınız gün büyümüşsünüz demektir.”
            William Stakel, gülmekle cennet arasında bir bağıntı kuruyor:
            “Gülmeyen, gülemeyen insanlar cenneti kaybetmişlerdir.”
            İhsan Oktay Anar da öyle: “Gülümseyen herkes cennete bakıyor demektir.”
            Cemil Sena Ongun’a göre büyük adam kime denir bakalım:
            “Denetlendiği zaman sevinen, eleştirildiği zaman gülenler büyük adam denir.”
            Gülmekle ilgili atasözlerimiz de vardır:
            “Kişinin avradı gezegen olursa kızı da gülegen olur.”
            “Çok gülen çok ağlar.”
            “Ağlayanın malı gülene hayır getirmez.”
            “Her yüze gülen dost değildir.”
            “Ağlaya ağlaya cennete gidinceye kadar güle güle cennete git.”
            “Ödünç güle güle gider, ağlaya ağlaya gelir.”
            “Son gülen iyi güler.”
            “Güleriz ağlanacak halimize.”
            Şarkı ve türkülerimizin çoğu ağlamaklıdır ama gülüşlü olanları da vardır:
            “Gülünce gözlerinin içi gülüyor/ Kendimi senden alamıyorum.”
            “Gül sen gülün olayım/ Dile kulun olayım/Çiğne yolun olayım...”
            “Bir tatlı tebessümün bin vuslata bedeldir...”
            “Tatlı dile güler yüze doyulur mu?”
            “Sazlar çalınır Çamlıca’nın bahçelerinde/ Bir taze emel var şu kızın handelerinde...”
            Ahmet Haşim gülmeyi, gülen kişileri pek sevmiyor: “Gülüş istediği kadar insanın bir üstün vasfı mahiyetinde olsun, halk nazarında gülüş hiçbir zaman gözyaşının vakar ve asaletine sahip değildir.(...) İtiraf etmeli ki gülüş ruhun asil bir faaliyeti eseri değildir. Hiç kimse kendine gülmez; güldüren diğerinin aczi, kusuru ve dalgınlığıdır ve gülen, kendinden fazla memnun olan gururumuzdur.(...)Gülmeyen bir insan ve bilhassa gülmeyen bir kadın çehresi, ilahi bir çehre olmaya yakındır.”
            Ziya Gökalp ise “Gülümseme” başlıklı yazısında Ahmet Haşim’i yalanlıyor: “Gülümseme, insana mahsustur. Hiçbir hayvan gülmez.
            Ben hasta ruhları ve sinirli insanları daima, yüzlerinin gülümser olup olmamasıyla tanırım. Sinirli insanların yüzleri gülmez. Gülümseme, ruhun sağlamlığı kadar, saadetin de müjdecisidir. Beşikteki çocuğun gülmeye başladığı gün, aile saadetinin tamamlandığı gündür. Çocuğun ilk mürebbisi, annesinin gülümsemesidir. Dostlar arasındaki samimiliği gösteren de gülümsemedir. Ben, milletlerin hayat kabiliyetlerini de fertlerindeki gülme ile ölçerim. Yazık ki bizde babalar, mürebbiler gülmeyi yasak ettiklerinden, münevver Türkler en az gülen insanlardır. Eski Türkler güler yüzlüydüler. Bence yapacağımız inkılâpların birisi de ‘güler yüz inkılâbı’ olmalıdır. Evet, milletimiz daima şen ve şetaretli olmalıdır.
            Her işte muvaffak olmak için başlıca şart, müteşebbislerin güler yüzlü olmasıdır. Yüzü gülmeyen insanlar hiçbir işte muvaffak olamazlar. Mesela yüzü gülmeyen bir avukat en haklı davayı kaybeder. Yüzünde gülümseme bulunmayan bir aktrist, şöhret kazanamaz. Yüzü gülmeyen bir doktor, hastalarını tedavi edemez.
            Bir balcı, dükkânını en iyi ballarla doldurduğu halde, gelen müşterilere hiç bal satamazmış. Bir gün, tecrübeli bir insana şikâyet etmiş:
“En iyi ballar bende olduğu halde, gelen müşteriler ballarımı beğenmeyerek gidiyorlar. Halbuki komşularımın balları iyi değildir, fakat müşterileri hiçbir zaman eksik olmuyor. Bunun sebebi nedir?”
            Adam şu cevabı vermiş:
“Sen bal satıyorsun ama yüzün sirke satıyor!”
-           
            Clarissa P. Este’s, “Kurtlarla koşan Kadınlar” kitabında diyor ki:
            “Gülme, kadın cinselliğinin gizli tarafıdır; fizikseldir, temeldir, tutkuludur, hayat vericidir ve bu yüzden uyarıcıdır. Jenital uyarılma gibi bir hedefi olmayan bir cinsellik türüdür. Sadece o an için, bir sevincin cinselliğidir; özgürce uçan, yaşayıp ölen ve kendi enerjisiyle yeniden yaşayan hakiki ve şehevi bir sevgidir. Kutsaldır, çünkü fazlasıyla iyileştiricidir. Şehevidir, çünkü bedeni ve onun duygularını uyandırır. Cinseldir, çünkü heyecan vericidir ve haz dalgalarına neden olur. Tek boyutlu değildir, çünkü gülme, insanın kendisi kadar başkalarıyla da paylaştığı bir şeydir. Bir kadının en vahşi cinselliğidir.”
            Sevgi Soysal, “Yenişehirde Bir Öğle Vakti” romanında gülme konusunu şöyle ele almış: “Gülen adam, bir kez eli açık olur. Bu asık suratlılar, aslında cimriler soyudur. Ve çoğunluktadırlar. İşte bir gülmeyi bile esirgeyen adam, parayı haydi haydi esirger. Bu sokaktan geçen şehirli kısmının çoğu hiçbir şeyi karşılıksız yapmaz. Gülmeyi de. Ya kendisini alsın diye yavuklusuna güler, ya iyi et versin diye kasaba güler, ya terfi ettirsin diye müdürüne güler, ya oy versin diye halka güler. Böyle, karşılıksız gülmeyi bilmez. Durup dururken gülenden de kuşkulanır. Suratını asıverir, benden bir şey isteyecek diye...”
            Bu konuda bir de Atilla Dorsay’a kulak verelim:
            “Gülmek... Zekâmıza seslenen, aklımızı işleten, insanla doğa arasına belli bir mesafe koyan, insana kendi dışındaki her şeye karşı bir eleştiri boyutuyla bakma olanağını hediye eden... Kısaca insanı insan yapan şeylerin arasında belki de başında gelen gülme eylemidir.”
            Robin Sharma, “Ferrarisini Satan Bilge” eserinde güzel öğütler veriyor:
            “Gülmek ruhun ilacıdır. İçinden gelmiyorsa bile bir aynaya bak ve birkaç dakika gül. Kendini harika hissetmekten alıkoyamayacaksın. William James, ‘mutlu olduğumuz için gülmeyiz. Güldüğümüz için mutluyuzdur’ demiş. Bu nedenle güne keyifli bir adımla başla. Gül, neşelen ve tüm sahip oldukların için şükret. Göreceksin, her gün güzel armağanlar getirecek. Gülmenin gücünü hep hatırla. Müzik gibi o da yaşamın stres ve sıkıntılarına karşı mucizevi bir toniktir. Kahkaha kalbinizi açar ve ruhunuzu yatıştırır... İnsanlar yaşamı asla kendilerini gülmeyi unutturacak kadar ciddiye almamalıdırlar.”
            Gülelim gülüşelim- mutluluğu paylaşalım-neşeyle zevkle coşarak güllere dönüşelim.
            Gülmeyen insanın karnı tok olsa bile ruhu açtır
            Gülmek, ekmek su hava gibi önemli bir ihtiyaçtır.
Erhan TIĞLI

***********

15 Aralık 2014 Pazartesi

Yaşamak

ADANA’DA YAŞAMAK

Gelin gibi salınıyorlar ovada bayırda
Doğaya yıldız yağdıran çiçekler
Eşlik ediyorlar bu güzelliğe
Gökyüzünün çiçeği yıldızlar da
Ve mutluluk oluyor Adana’da yaşamak
                        **
Sevinçten uçuruyor gönlümüzü
Sarıçam’dan esen bahar yeli
Sevgiyle kucaklıyor yürekten
Cana can katan büyülü eli

Ve gül yağdırıyor Adana’da yaşamak

14 Aralık 2014 Pazar

Dilimize Yamanan Osmanlıca

DİLİMİZE YAMANAN OSMANLICA

Son zamanlarda bir Osmanlıca sevdası aldı yürüdü. Eskiyi diriltmeye, yeni diye sunmaya çalışıyorlar. Oysa Osmanlıca, yani Arapça, Farsça kökenli sözlerin bir kısmı hâlâ yürürlükte!
Çoğu da yanlış ya da yersiz kullanılıyor, gülünç örnekler ortaya çıkıyor. İşte birkaçı:
            Kimi insanlar kendilerini tanıtırlarken kibarlık özentisiyle “bendeniz” diyorlar, bu sözün bende yani köle sözcüğünden türetildiğini bilmiyorlar, farkında olmadan köle durumuna düşüyorlar! Araplar bile “şükran” derlerken zamanın sözde aydınları şükür sözcüğünden teşekkürü türetmişler, yanına da Türkçe etmek fiilini getirmişler, olmuş yamalı bohça. Oysa halkımız “sağ ol” der bunun yerine…
            Yine zamanın sözde aydınları(münevverler) Arapların güneşte kullandıkları ve güneşlik demek olan şemsiyeyi alıp yağmurda kullanmışlardır! Yavuzun anlamı aslında kan dökücü ama günümüzde uysal anlamına bürünmüştür. Keleş güzel demektir; günümüzde birine keleş desen yanlış anlar, hakaret ediyoruz sanır. “Peş”in anlamı öndür ama arka demek sanılıyor. Sayın yöneticilerimizin “saye”sinde takiye, fıtrat yeni sözler öğreniyoruz Osmanlıca asıllı… Hasım anlamındaki rakip sözcüğünün “a” larını uzatıp raakip diyenler var. Oysa rakip binen demek, merkep sözcüğü oradan geliyor. Uzman demek olan mütehassıs yerine mütehassis diyenler bu sözcüğün his sözcüğünden geldiğini biliyorlar mı acaba?
            Bakın kibarlık budalalığı nelere yol açıyor: Sonradan görme birinin karısı zengin bir çevreye girer; kendisini bir kadınla tanıştırırlar, kadın “müşerref oldum” der. Bizimki bu sözün anlamını bilmediği için, “Burada adları değiştiriliyor demek” diye düşünür ve şöyle der: “Ben de eskiden fatmaydım, fatoş oldum!”
            Dilekçelerde ille de arz ederim denilmesini buyurur kimi yöneticiler. Büyüklere arz edilirmiş efendim. “Rica ederim”, “sunarım”, “dilerim” denilmezmiş. Bir dilekçem bu yüzden geri çevirilmişti! Osmanlıca sözcükler daha çok hukukta, noterlerde, tıpta, bankalarda geçiyor. Hukuk dilimiz anlaşılmak için değil, anlaşılmamak içindir. Bu yüzden hukuk fakültesine gidenler Arapça, Farsça kökenli sözcükleri ezberlemek zorundadırlar. Kimi hukukçular üstünlüklerini böyle kanıtlarlar. Hukuk fakültesindeki bir derste bir profesör, öğrencilerine bir hukuk problemi sormuştu. Öğrenciler “falanın lehinde dava açarız”, dediler, profesör kabul etmedi, “filanın aleyhine dava açarız” diyenleri de reddetti. Sonunda herkes pes etti, “Bilemedik, siz söyleyin hocam” dediler. Bakın hoca ne dedi:
            “Dava açarız sözünü köylü mehmet dayı da söyler. Hukukçu olduğunuzun belli olması için “dava ikame eyleriz” demelisiniz.”
            Anladınız mı şimdi Osmanlıca sevdasının esbabı mucibesini!?
            Bu konuda birkaç fıkra anlatıvereyim.
            Yargıç, sanığa “sabıkan var mı?” diye sorar. Sanık, sabıkanın ne olduğunu bilmediği için “Allahtan başka kimsem yok!” der. Yargıç sanığa beraat ettiğini söyler. Sanık, “Vallahi bir şey etmedim. Suçsuzum ben” diye boynunu büker.
            Bankalarda mevduat hesabı açılır, mevzuat başkadır orada. Geçenlerde bir bankaya gittim. Bir müşteri banka cüzdanını getirmeyi unutmuş ama hatırlı müşterilerden birini tanıyormuş, onu tanık göstermek istedi. “Lafla olmaz. Şu kağıda kendisi marufumdur” diye yazıversin” dediler. Marufun ne olduğunu bilmeyen müşteri “masumdur” yazdı…
            Bir hastaneye gidince “hariciye, dahiliye, asabiye, nisaiye, intaniye, bevliye” gibi levhalar görür, ne yapacağınızı, nereye gideceğinizi şaşırırsınız. Erkekseniz kadın hastalıklarına bakan nisaiye bölümüne gidip tepki görebilirsiniz. İntaniye bölümünde bulaşıcı hastalığa tutulabilirsiniz. Bevliyeye gidip böbreklerinize baktırabilirsiniz…
            Eski yazıyı öğreniverip hemen eski kültürle kaynaşılıverileceğini sanıyor kimi çok bilmişler. Bir zamanlar Ankara Dil Tarih bölümü profesörleriyle İstanbul edebiyat fakültesi profesörleri eski bir metin yüzünden birbirlerine girmişlerdi. Ankaradakiler “tarzı necip” olacak diyorlardı, İstanbuldakiler “terzi necip”… Koskoca profesörleri bile kuşkuya düşüren eski yazı, Osmanlıca hangi ileri zekalı tarafından hiç yanlışsız, şıp diye okunuverecek acaba?
            Ben Edebiyat Fakültesinde dört yıl Osmanlıca okuduğum halde çok eski mezar taşlarındaki yazıları doğru dürüst okuyamıyorum. Süslü yazıyla yazılmışlardır çünkü. Şimdiki gençler haftada birkaç dersle neyi okuyup yazabilecekler ve ellerine ne geçecek? Kuran’ı eski yazıyla okuma sevdasına düşenlerin birçok sözcüğü yanlış okuduklarını gördüm. Sevap sanıyorlardı ne dediğini anlamadıkları sözleri okumayı. Bırakın Arapçayı, Türkçeyi bile zor okursunuz eski yazıyla. Hiç unutmam, bir arkadaşımız eski Türkçe bir yazıyı okumaya çalışırken “zor ne” sözcüğünü “zurna” diye okumuştu da hepimizi güldürmüştü…
            Geçenlerde bir kişi Atatürk’ün yaptığı devrimlerden söz ederken inkılap yerine inkilap diyerek yapılanların yenilik değil köpekleşme olduğunu söylemişti, kilap(köpekler) sözcüğünden yararlanarak. Bu sözcüğün aslı kelp(köpek”tir. Gelin de kendisine kelp(köpek” diyen Tahir Efendi adlı birine Nef’’i’nin verdiği anlamlı yanıtı bir görelim:
            “Tahir Efendi bana kelp demiş
            İltifatı bu sözde zahirdir
            Maliki mezhebim benim zira
            İtikadımca kelp Tahirdir”
            Tahir, temiz anlamına gelen bir sözcüktür, şairimiz köpeğin temiz olduğun söyler gibi yapıp kelp sözünü bu efendiye aynen geri gönderiyor…
            “Maruzatım bundan ibarettir. Takdir ve tekdir yüce meclisinizindir”         

Arif olan anlar, anlamayan sivrisineğin sesini saz diye dinler.