30 Mart 2022 Çarşamba

HALK DÜŞMANI!

Kentin yabancısıydım. Bir iş için üç beş gün kalıp gidecektim. Gözüme bir şey çarptı; daha önceki gelişlerimde çok sevildiğini, el üstünde tutulduğunu gördüğüm bir gence bu kez halk düşmanı gibi davranıyordu herkes. Kendi kendime, “Bu genç ne kabahat işledi ki böyle birdenbire gözden düştü” diye düşündüm ve onu dikkatle izlemeye başladım. Parkta otururken bizim halk düşmanının da orada olduğunu gördüm. Birini bekliyordu herhalde. Bir süre sonra beklediği geldi. Güzel bir kızdı bu. Genç onu sevgiyle karşıladığı halde kızın yüzü asıktı. Genç, kızın elini tutmak istedi, kız itti: “Bırak artık yakamı. Seninle bir daha görüşmek istemiyorum” diye bağırdı. “Bu son buluşmamız. Gidiyorum. Sana hoşça kal bile demiyorum. Çek git!” Delikanlı şaşırdı: “Hani beni çok seviyordun, ne oldu, niye değiştin?” diye sordu. “Fazla soru sorma. Yakamdan düş.” Delikanlı kızın kolunu tutarak gidişini engellemek istedi: “Dur bir dakika. Bir açıklama yapmalısın. Gitme, beni böyle bırakma” dedi. Ortalık bir anda karıştı. Sağdan soldan gelenler, “Bırak ulan kızın yakasını!” diye bağırarak gence vurmaya başladılar. Delikanlı kendini zor kurtardı ellerinden ve arkasına bakmadan kaçmaya başladı. Bu olay hakkında, “Bu genç herhalde adi bir çapkın, ırz düşmanı olmalı. Foyası meydana çıkınca halkın tepkisini çekmiş. Namusuna, ırzına düşkün bir milletizdir biz. Aynı şeyi kendimiz yapsak övünürüz de başkası yaparsa öldürecek kurşun ararız. Karda yürüyüp izini belli etmeyeceksin, yoksa yersin ayvayı” diye bir yorum yaptım. Rastlantı bu ya, oturduğum kahveye de geldi halk düşmanı genç. Çay istedi, garson duymazlıktan geldi. Genç üsteleyince kızdı, “Sana çay yok bu kahvede!” diye bağırdı. Sonra da, “Kaçırılır mı o be!” diye ekledi. “Tamam” dedim kendi kendime, “Vergi falan kaçırmış olacak bu namussuz. Ondan sevmiyorlar, nefret ediyorlar kendisinden. Halk bilinçleniyor. Böyle vergi kaçakçıları ayıplanır, toplum dışı bırakılırlarsa kimsenin yüzüne bakamazlar. Kaçacak delik ararlar. Bak o zaman nasıl düzelir memleket, nasıl kalkınırız ve de çağdaş uygarlık düzeyine erişiriz.” Halk düşmanı çarşıdan geçerken herkes sırtını döndü, yüzüne bile bakmadılar, bakanlar da kin kustular, verdiği selamı almadılar, yere tükürdüler yüzüne tükürür gibi. Herhalde buradaki kişilerin çoğunu dolandırmış olacak bizimki. Yazıklar olsun! Öğleyin bir lokantada yemek yiyordum. Halk düşmanı geldi. Geldi ama kimse ilgilenmedi onunla. Garsonun birini çağıracak oldu. Garson öfkeyle, “Sattın ulan bizi. Yok sana yemek falan. Çek git buradan!” diye öfkeyle soludu. Elinden gelse bir kaşık suda boğacaktı halk düşmanını. “Vay namussuz vay! Karaborsa mal satmış galiba bu, garsonu da kandırmış muhakkak. Bozuk malı kaliteli diye yutturdu galiba zavallıya. Garson ‘satmak’ dediğine göre böyle bir şey olmalı. Halk biliyor canım ne yapacağını. Karaborsayı önlemek için karaborsacıları asmaktan falan söz eder kimileri. Ne gerek var asmaya, kesmeye ya da hapiste beslemeye. Bak, nasıl bulmuş pratik çözüm yolunu canım halkım. Hiç konuşmayacak, yüzüne bile bakmayacaksın böylelerinin. Aforoz edeceksin. Toplum içinde toplum dışı kalacaklar. İşte o zaman kalkar karaborsa, düzelir her şey. Güllük gülistanlık olur her yer.” “Parasıyla değil mi, niye yemek vermek istemiyorsun bana, ne yaptım ben sana?” diye sordu Genç. Garson sesini çıkarmadı ama lokantadakiler hep bir ağızdan; “Ona yemek verirsen biz de bir daha buraya gelmeyiz” diye bağırıştılar. “Bu kadarı da fazla” diye söylenerek gence döndüm: “Sen de başka bir lokantaya gidiver kardeşim” dedim. “Niye gideyim canım?” diye diklendi genç. “Hem oralarda da böyle karşılamayacaklar mı bakalım! Ağız birliği etmişler hepsi de...” Acıdım herhalde. Acıdım da hiç düşünmeden ‘kardeşim’ deyiverdim. İyi ki farkına varmadılar; yoksa beni de suç ortağı, dostu falan sanırlar nemelazım. Bir tekme de sen vuracaksın böylelerine. Atalarımız ne demiş; merhametten maraz doğarmış... “Nereye gidersen git, bizi rahat bırak” dedi bir müşteri. “Seninle aynı ortamda bulunmak istemiyoruz. Defol git bir an önce. Yüzünü bile görmek istemiyoruz.” Diğer müşteriler de masaya çatallarını, bıçaklarını vurmaya, “Git, defol git! Bize görünme, bizden uzak dur da ne yaparsan yap” diye homurdanmaya başladılar. Halk düşmanı dudak bükerek: “İyi ama daha önce masalarınıza çağırıyor, yemek ısmarlıyordunuz” diye konuştu. Lokanta sahibi koşarak geldi, genci kolunda tutarak dışarıya sürükledi. “Yapılır mı bu be bize? Hangi yüzle geldin sen buraya. Çek git, yoksa fena olacak, elimden bir kaza çıkacak. Benden bulma, Allah’ından bul” diye bağırdı. “Yapılır mı bu?” diye sorduğuna göre, çok ayıp bir şey yapış bu genç. Yörenin adını kötüye çıkarmış. Artık iyice belli oldu. Yüz kızartıcı bir suç işlemiş. Kaçakçılık yaptı, mal stok etti, halkı sömürdü, genç kızları kötü yola düşürdü... Ne bileyim; her türlü namussuzluğu, yolsuzluğu yaptı. Amma da yüzsüzmüş be’ Ben olsam, kimsenin yüzüne bakamam doğrusu. *** Bir otobüs yazıhanesinin önünden geçiyordum. Halk düşmanının başka bir yere gitmek için bilet aldığını gördüm. Demek, artık burada yaşayamayacağını anlamış, istenmediği bu yerden bir an önce uzaklaşmak istiyordu. Aslında böylelerine hiçbir yerde hayat hakkı tanımamalıydı. Ama böylesi de iyiydi. Pişman olabilir, gittiği yerde namusuyla yaşar, tövbe ederek tekrar iyi, erdemli insanların arasına karışabilirdi... Nasıl ve nereden haber almışlar bilmiyorum. Gencin bindiği otobüsün önü mahşer yerine döndü. Kalabalığın arasında kucağı çocuklu anneler bile vardı. Halk düşmanına, şanına(!) layık bir uğurlama töreni yapacaklardı herhalde. Biraz sonra tahminimde yanılmadığımı anladım. Otobüs kalkarken tekeler çalınmaya, çürük yumurta ve domatesler atılmaya başlandı. Kalabalık koro halinde yuh çekiyordu. Daha fazla dayanamadım. Yuh çekenlerden bir çocuğun yanına yaklaşarak işin aslını öğrenmek istedim. Bu gence niye bu kadar kızdıklarını suçunun ne olduğunu sordum. Çocuk, “Bu da sorulur mu?” der gibi bana şöyle bir baktıktan sonra konuştu: “Nasıl kızmayalım be abi?” diye içini çekti, “Hakemin verdiği penaltıyı dışarı attı, takımımızın küme düşmesine sebep oldu.”

KUŞKULU BİR CİNAYET

Arzu Aydın, Abdullah Semiz’in lokantasına gitmiş, yedik içtikten sonra kapıdan çıkarken birden yere düşerek ölmüştü. Kendisi genç, sağlıklı bir kişiydi. Hiçbir hastalığı yoktu. Bu lokantadaki yemeklerden yedikten sonra ölüvermesi kuşku uyandırmıştı. Yemekler tahlil ettirildi, sağlığa zararlı, zehirli bir şey bulunamadı. Yemekler gayet güzel hazırlanmıştı. Yağı, tuzu, tadı yerindeydi. O kadar iyi ve güzeldi ki herkes buraya gelip bu yemeklerden yemek için can atıyordu. Doktorlar kadının ani ölümünün geçirdiği ir şoktan olabileceğini ileri sürdüler. Bu şokun nedeni araştırılmaya başlandı, tanıklar dinlendi. Ölen kadının en yakınındaki masada yemek yiyen kadın şöyle konuştu: “Kadın bir etek ve bluz giymişti. Eteği yırtmaçlı ve dardı. Bluzu ise yarasa kollu, şal yakalı, ipekli, siklamen renkliydi. Saçları sarı ve biyoformluydu. Sağ kolunda bir müjde, bir de tren yolu bilezik vardı. Küpeleri sallamalıydı. Yüzüklerine gelince...” Burada sözü kesildi. Sorgucu öfkeyle, “Kadının giydiklerini değil, gördüklerini anlatacaksınız bayan” diye bağırdı. Kadın şaşırdı, “Ben de gördüklerimi anlatıyorum ya?” diye kekeledi. Sorgucu, “Kadın yemek yerken anormal bir şey oldu mu?” diye sordu. “Her şey normaldi” diye söze başladı kadın. Sonra, “Hayır, pek de normal sayılmaz; çünkü garsonlar etrafında pervaneydi sanki. Bir dediği iki edilmiyordu. Bu durumu görünce kadın çok önemli biri mi acaba, diye düşündüm. Ama buna pek ihtimal veremedim. Kadının giysisi basitti, modaya uygun değildi. Belki de lokanta sahibinin bir yakını olabilir, diye düşündüm. Bu da olamazdı. Yanına gelip afiyet olsun diyen yoktu.” “Kadın yemek yerken ya da yemekten sonra dikkatinizi çeken bir şey oldu mu?” “O zaman değil de hesabı istediği zaman yüzü değişti. Gelen hesap çok hoşuna gitmişti galiba. Gülümsedi, memnun oldu. Oysa bana getirilen hesap yüklüydü. Toplamda yanlışlık yapılmış mı diye iyice inceledim. Yüzüm asıldı...” Kadın tanık gönderildi, bir erkek tanık dinlenmeye alındı. “Kadın orta boylu, balıketinde, zeytin gözlü, pırasa saçlıydı. Dar etek kalçalarını sımsıkı sarmıştı. Yırtmacından sütbeyaz bacakları görünüyordu. Hele bacak bacak üstüne atınca aklım gitti” diye yutkundu erkek tanık. Sorgucu kızdı, “Başka bir şey görmedin mi be adam!” diye homurdandı. “Bir erkek güzel bir kadında başka ne görür efendim?” dedi adam. “Her şey güzel ve de gayet normaldi. Garsonlar haddinden fazla kibar, çevre tertemizdi. Bal dök yala derler ya, aynen öyleydi. Bu güzelliği kadının birden düşüp ölüvermesi bozdu. Önce bayıldı sandık ama ne yazık ki ölmüştü. Demek ki eceli gelmiş. Allah taksiratını affetsin!” “Yerler kaygan olabilir mi? Kadının ayağı kaymıştır belki.” “Hayır efendim. Öyle olsaydı başkaları da düşerdi.” *** Sıra lokantanın sahibinin ifadesini almaya gelmişti. “Vallahi ne diyeceğimi bilemiyorum efendim” diye dudak büktü Osman Ay. “Kendisine diğer müşterilerimize yaptığımız hizmeti yaptık. Yemeklerimizde zerre kadar zehir ya da zarar verecek bir katkı maddesi yoktu. Bizim lokantada ölmesi acı bir rastlantıdır ve de rakiplerimiz tarafından aleyhimize kullanılabilir. Bunun için çok üzgünüm.” Sorgucu ona ölen müşterisini daha önce tanıyıp tanımadığını sordu. Lokantacı kekeleyerek, “ Yo! Nereden tanıyacağım?” diye kekeledi. “Lokantanıza daha önce gelmiş miydi?” “Her gün birçok müşteri geliyor lokantama. Hepsini aklımda tutamam ki.” “Ama böyle güzel bir müşteri akılda kalır, değil mi?” “Benim o taraklarda bezim yok. Müşterilerle değil, işimle ilgilenirim hep. Müşterilerimin güzelliğine, çirkinliğime bakmam.” “Demin sorguya çektiğimiz bir erkek müşteri kadının güzelliğinden etkilenmiş, mest olmuş. Ayıp değil ya, aynı durumda ben de etkilenirdim kendisinden. Güzele bakmak sevaptır, demiş atalarımız. Öyle değil mi? Erkeğiz ne de olsa!” “Ben mesleğime çok bağlıyımdır; yemek zamanında işten başka bir şeyi gözüm görmez. Aşçılıktan gelme bir patron olduğum için çok titizimdir, her şeye dikkat ederim. Denetlerim. Hatta arada sırada sırf zevk için yemek yaparım.” “Sizin gibi bir patronun lokantasında yemek yemek isterim ama maaşım az, ayın sonuna getiremem sonra. Yemekleriniz bana pahalı gelir.” “Aman efenim, ne demek, her zaman bekleriz. Gerekli indirimi de yaparız.” “Hatırlı müşterileriniz için de yemek yapar mısınız?” “Yaparım tabii. İstediğiniz bir yemek varsa söyleyin de kendi ellerimle yapayım.” “Boğazına düşkün bir kişi değilim. Ne bulursam yerim. İşim başımdan aşkın olduğu için lokantalara gitmeye zamanım olmaz, çoğu zaman tostla hamburgerle geçiştiriveririm.” “Aman efendim, kendinize yazık etmeyin. Yemek yemek bir sanattır.” “Hele yemek yapmak apayrı bir sanattır değil mi?” “Öyledir ya. Kimi zaman bir sanatçı titizliğiyle saatlerce uğraşırız yemek yapmak için. Müşterilerimizin çoğu sizin gibi anlayışlı değillerdir. Saatlerce uğraşıp yaptığımız yemekleri birkaç dakikada midelerine indiriverirler de teşekkür etmek akıllarına gelmez.” “Çok ayıp ediyorlar doğrusu. Şey... Arzu hanım için de özel yemek yapıvermiş miydiniz? Laf olsun diye, merakımdan sordum. Sakın yanlış anlamayın.” “Kadını tanımadığım söyledim. Tanımadığıma göre niye özel yemek yapıvereyim?” “Haklısınız. Yüklü bahşiş verecek biri olsa neyse, değil mi ama?” “Evet. Siz de haklısınız.” “Zengin olmadığını nereden biliyorsunuz?” “Kadının zengin biri olmadığını öldüğünde yanına geldiğimde gördüm, fark ettim.” “Bravo! Çok dikkatliymişsiniz. Polis olmalıymışsınız. Çoğu kişi böyle zamanlarda telaşa kapılır, kadının kıyafetine pek dikkat etmez. Hele bu ölüm olayı sizin lokantanızda olmuşsa, diğer müşteriler rahatsız olacak, etkilenecek diye paniğe kapılırsınız. Neyse, geçelim bunları. Soğukkanlısınız anlaşılan. Bir bakışta kadının zengin olmadığını anlayıvermeniz için de sizi kutlarım. Zengin olsaydı cebi dolu bir müşterinizi kaybettiğiniz için üzülürdünüz.” “Bir insan öldüğü için üzülürüm. Zengin, fakir fark etmez.” “Zaten fakirler sizin lokantanızda yemek yiyemez. Tekrar soruyorum. Bu kadına özel yemek yapmadığınıza emin misiniz?” “Hayır dedim ya, niye aynı şeyi sorup duruyorsunuz?” “Aşçılarınız öyle demiyor ama. Kadın gelince mutfağa girmiş, ona özel yemek yapmışsınız. Garsonlardan biri de götürmüş, vermiş. O da afiyetle yemiş.” Lokantacı terini silerek, “Yapmışımdır belki. Pek hatırlamıyorum ya da unutmuş olacağım” diye konuştu. “Ne var bunda?” diye homurdandı. “Bazı şeyleri pek güzel anlatıyorsunuz da bazılarını nedense es geçiyorsunuz.” Diye başını salladı sorgucu. “Olabilir. Başka sorunuz yoksa gitmek istiyorum. İşimin başında olmalıyım.” “İşinize çok düşkünsünüz. Ben de öyleyimdir. Soracak pek sorum kalmadı. Ha, şey diyecektim. Kadını daha önce hiç tanımadığınıza eminsiniz değil mi?” “Kaç defa söyleyeceğim? Tanı... mı...yorum! Hem tanısam ne olacak, bunun cinayetle ne ilgisi var? Bana suçluymuşum gibi davranmaktan vazgeçin artık.” “Siz cinayetten söz eden oldu mu?” Lokantacı ne diyeceğini bilemedi, içini çekerek yumruklarını sıktı. Sorgucu lokantacını gözlerinin içine bakarak, “Niye bu kadar üstünde duruyorum biliyor musunuz?” diye sordu. “Kadının erkek kardeşi onu çok yakından tanıdığınızı iddia ediyor. Bu durumda ya siz yalan söylüyorsunuz ya da o...” Lokantacı alayla “Belki de yalan söyleyen sizsiniz” diye güldü. “Onun erkek kardeşi yok ki. Bunu da nereden çıkardınız?” Sorgucu da sinsi bir gülüşle, “Nereden biliyorsunuz bunu?” diye konuştu. Lokantacı terini silmeye çalıştı, kıpkırmızı olmuştu. “Şey yani...” deyip sustu. Sorgucu kararlı bir tavırla noktayı koydu: “Boşuna inkar etmeyin. Biz her şeyi araştırdık. Arzu hanımla daha önceden tanışıyordunuz. İkiniz de ayni kasabadansınız. Komşuydunuz. Evlenmeye karar verdiniz. Nişanlandınız ama size ihanet etti. Hayal kırıklığına uğradığınız yetmiyormuş gibi yaptığınız bütün masraflar boşa gitti. Hediye ettiğiniz takıları alarak başka bir yere kaçtı. İzini kaybettirdi. Aradan yıllar geçti. Siz de kasabadan ayrıldınız, bu kente geldiniz, bir lokanta açtınız. Eski sevgiliniz farkında olmadan yemek yemeye gelince intikam ama fırsatı bulduğunuz için sevindiniz, bu zeki cinayeti işlediniz...” Lokantacı sinirli bir gülüşle sorgucunun yüzüne baktı; “Tamam. Haklısınız. Onu önceden tanıyordum. Dedikleriniz de doğru ama cinayet işlediğimi de nereden çıkardınız? Yediği yemek çok güzeldi. Belki hayatında böyle güzel bir yemek yememişti. Ölmesi değil sevinmesi gerekiyordu” diye konuştu. Sorgucu, “İşte bütün mesele burada ya” diye bıyık altından güldü. “Biliyorsunuz ki memleketimizde midelerimiz hileli hurdalı, kötü yağlı, katkılı yiyeceklere alışıktır. Siz bu fırsatı kaçırmayıp ona hilesin hurdasız, halis tereyağlı yiyecekler yedirdiniz, midesini altüst ettiniz. En iyi malzemeyi kullandınız. Yemeğini bizzat kendiniz özene bezene yaptınız. Üstelik garsonlar da olağanüstü iyi davrandılar, bir dediğini iki etmediler, etrafında pervane oldular, hesabı yarı fiyatına aldılar. Kadın şok geçirdi, alışık olmadığı bu muamele tansiyonunu fırlattırdı. Sizi Arzu hanımın ölümüne neden olmaktan tutukluyorum” diye ekledi. Lokantacı daha fazla dayanamadı, çözüldü: “Bana ihanet etmenin ne olduğunu ona ne güzel göstermiştim. İntikamımı tereyağında kıl çekercesine, hiç kimsenin kuşkulanamayacağı biçimde aldığımı sanıyordum. Ama sizi hesap edemedim” dedi, elleriyle yüzünü kapayıp hıçkırıklara boğuldu.

28 Mart 2022 Pazartesi

ASLAN NURİ VE FARE FERİT

Kahvemiz gene yükünü tutmuştu. Boş gezenin boş kalfaları, okey ustaları, kaldırım mühendisleri, emekliler, işsizler, işi olup da işten kaçanlar, dükkânı çırağa bırakıp burada taş döşemeye koşanlar, tavlaya abone olanlar, damaya yazılanlar, yenilince kızarıp bozaranlar, yenince gevrek bir kahkaha atanlar, ona buna çalım satanlar, hindi gibi kabaranlar, horoz gibi ötenler masaları doldurmuştu. Herkes hayatından memnun görünüyordu. Derdi olanlar oyun oynayarak, arkadaşlarıyla şakalaşarak dertlerini bir süre de olsa unutuyorlar, unutmaya çalışıyorlardı. Burasının adı “Kıraathane”ydi ama Türkçesi okuma yeri olduğu halde kitap, dergi okuyan yoktu. Sadece üç beş kişi gazetelere göz gezdiriyorlar, oyun arkadaşlarını bekliyorlardı. Onlar gelince ellerindeki gazeteyi bir köşeye atacaklar, oyun masasının başına geçeceklerdi. Hoşça vakit geçirmek denince oyun oynamaktan başka bir şey akıllarına gelmiyordu. Böylece vakit öldürüyorlar, oyalanıyorlardı. İçeriye Nuri Aslan girdi. Bu soyadı ona yakışıyordu. Konuşması, gülmesi aslanın kükremesini anımsatıyordu. Karnı tok, sırtı pekti. Her zaman takıldığı Fare Ferit’in yanına geldi. Ferit arpacı kumrusu gibi düşünüyordu. Zaten kahvede, Nuri aslan gibi bacak bacak üstüne atarak oturmaz, fare gibi bir köşeye büzülürdü. Her gün sabahleyin erkenden kalkar, bir şeyler atıştırıp iş aramak için yola düzülürdü. Bir türlü iş bulamadığı için hep mahzun durur, üzülürdü. Tabii Nuri Aslan böyle bir sorunu olmadığı için keyfi yerindeydi her zaman, gülüp eğlenecek bir vesile arardı. Ferit’in bacağına hafifçe vurdu: “Ne düşünüyorsun böyle, Karadeniz’de gemilerin mi battı?” diye güldü. Ferit boynunu büktü: “Gemilerim yok ki batsın ağam” dedi. Aslan Nuri Fare Ferit’e şöyle bir baktı: “Şuna bak, kılık kıyafet, köpeklere ziyafet! İnsan kendine biraz bakar be! Kendini kapmış koyuvermişsin. Üstüne çekidüzen ver” diye söylendi. Ferit içini çekti: “Benim üst baş düşünecek halim mi var? Moralim çok bozuk” diye mırıldandı. “Bizim de gemilerimiz yok ama senin gibi iki büklüm oturmuyoruz. Biraz dik dur. Eğme belini. Bu devirde yaşadığına şükredeceksin, iyimser olacaksın.” “Gemilerin yok ama bağın, bahçen, işin, eşin, aşın var. Benim bir dikili bir ağacım bile yok. Yarı aç yarı tok yaşamaya çalışıyoruz şurada.” Nuri Aslan göbeğini sıvazladı: “Ne olacak bağım bahçem varsa, gözün mü var yoksa?” diye sordu. Ferit onu kızdırmak istemedi, özür dileyen bir tavırla: “Yok ağam. Sözün gelişi öyle söyledim. Kusura bakma. Beni yanlış anlamanı istemem. Ben üzülmene gerek olmadığını belirtmek için öyle dedim” diye konuştu. “Allah daha da versin. Kötü bir maksadım yoktu.” diye ekledi. O sırada çaycı taze demlenmiş çayları dağıtıyor: “Çaylar taze demlendi. İçmeyenin ya aklı yok ya parası. Tavşankanı çayları iç de gevşemesin yaylar, şen olsun bayanlar baylar!” diye espri yapıyordu. Aslan Nuri bir çay aldı, birini de Ferit’e uzattı: “İç de için ısınsın, yüzüne renk gelsin, canlansın” dedi. Fare çekingen bir tavırla almak istemedi: “İstemez. Demin içmiştim” diye konuştu. “İç canım, dedi Aslan. Çaylar benden. Boşuna ısmarlamıyorum ha! Demin dua ediverdin ya, ondan ısmarlıyorum.” “Hep sen ısmarlıyorsun, ben ısmarlayamıyorum. Ağırıma gidiyor bu.” “Canım bir çay parasından ne olacak? Elin bollaşınca sen ısmarlarsın.” “Ah nerede o günler! Umduğum dağlara kar yağmazsa bütün kahve halkına çay ısmarlayacağım. Bakalım o mutlu gün ne zaman gelecek?” “Gün doğmadan neler doğar. Umudunu kesme. Unutma. O zaman çay yetmez, ziyafet isterim senden.” “Söz. Hele o gün bir gelsin. Kurban keseceğim vallahi!” Ferit çay içeli çok olmuştu. Aslında canı istiyordu ama çekiniyordu. Çayını alıp dalgın dalgın karıştırmaya başladı. Aslan Nuri, Fare Ferit’e ilgiyle baktı: “Gene daldın denizin dibine, dedi. Fazla dalma, boğulursun aslanım.” Ferit acı acı güldü. “Aslanlığı kim kaybetmiş ki biz bulalım!” diye içini çekti. Aslan Nuri anlayışla güldü: “Her yiğidin gönlünde bir aslan yatar. Ekmek de aslanın ağzından midesine indi ama gene de her derdin bir çaresi vardır. Derdini söylemeyen derman bulamaz. Hadi söyle, çekinme. Yabancı değiliz. Kırk yıllık arkadaşız.” Fare Ferit içini çekti: “İlgine teşekkür ederim dostum. Gönlümde yatan aslanı anlatmaya kalksam saatler yetmez. Başını ağrıtırım. Şimdilik şu derdimin çaresine bakmama yardım edersen memnun olurum” diyerek cebinden bir reçete çıkardı. Nuri aslan şaşırdı: “Bunu bana niye gösteriyorsun? Eczacıya göstersene” dedi. Fare Ferit boynunu büktü: “Göstereceğim de ne olacak? İlaç alacak param yok ki” diyerek önüne baktı. “Tanıdığın bir eczacı yok mu?” “Var da hepsi paralar peşin, kırmızı meşin diyorlar, benim gibi birine veresiye ilaç vermiyorlar. Verecek olsalar bile kefil istiyorlar.” “Vay insafsızlar vay!” Aralarında bir sessizlik oldu. Fare Aslan’ın yanına sokuldu, kekeleyerek: “Sana demin ettiğim duadan daha çok dua ederim ama yüz bulunca astar istedi diye düşünmenden korkuyorum” dedi. Aslan merakla: “Neymiş o söyleyeceğin şey?” diye sordu. “Şu ilaçlarımın parasını bir seferlik veriversen diyorum, borç olarak tabii.” Aslan ceplerini karıştırdı: “Vermesine verirdim de, yanımda fazla para yok” dedi. Ferit içini çekti: “Böyledir bu işler, dedi. Hani bir söz vardır: devekuşu yük çekmeye gelince ben kuşum, uçmaya gelince ben deveyim dermiş. Bu da o hesap işte. Yol gösteren, akıl veren çok ama para veren yok ne yazık ki.” “Canım, zengin bir akraban, komşun vardır herhalde.” “Benim akrabalarım, komşularım benden daha beter.” “Ne kadersiz adammışsın sen yahu!” “Ocağına düştüm. Hayat memat meselesi bu. İlaçları muhakkak almalıyım. Forslu bir kişisin. Yanında para olmasa bile başkasından ödünç alabilirsin. Ne olur yardım et bana. Belli olmaz. Bir gün benim de sana bir yardımım dokunur.” Aslan Nuri kendini tutamadı, göbeğini hoplata hoplata güldü: “Senin kendine faydan yok, bana ne faydan olacak ki.” “Öyle deme. Ne oldum demeyeceksin, ne olacağım diyeceksin. Dünyada ne olacağı bilinmez. Bak, sana bir şey anlatacağım. Fare faka basmış. O sırada oradan geçmekte olan aslana kendisini kurtarması için yalvarmış. Bana yardım edersen ben de sana yardım ederim bir gün, demiş. Aslan gülmüş. Küçücük başınla bana nasıl yardım edersin, olacak şey mi bu? Ben senden yardım umduğum için değil, sana acıdığım için yardım edeceğim, diyerek fareyi kurtarmış ve onun teşekkürlerine aldırmadan yoluna devam etmiş. Aradan günler geçmiş. Aslan, avcıların attığı ağa tutulmuş. Ne yaptıysa oradan kurtulamamış. Fare durumu görmüş. Arkadaşlarını toplamış. Birlikte ağı kemirmişler, aslanı tuzaktan kurtarmışlar. Aslan daha önce atıp tuttuğuna, yüksekten konuştuğuna pişman olmuş, fareden özür dilemiş.” Nuri Aslan şöyle bir düşündü: “Tamam. Ne demek istediğini anladım. Tanıdığım bir eczacı var. Çocukluk arkadaşımdır, beni kırmaz. Onun yanına gidelim. İlaçlarını alır, veresiye defterine yazdırırız, parasını sonra verirsin” diyerek ayağa kalktı, arkadaşı da onu izledi. Yolda hiç konuşmadan bir süre yürüdüler. Bir inşaatın önünden geçerlerken Ferit, yukardan düşen bir kalasın Nuri Aslan’ın başının üstüne doğru gelmekte olduğunu gördü, hemen onu kenara itti. Kalas biraz öteye gürültüyle düştü Nuri korkuyla etrafına baktı, ölümden arkadaşının sayesinde kurtulduğunu anladı ve minnetle ona sarıldı, omzunu okşadı: “Sen olmasaydın ölecektim. Sağ ol, çok teşekkür ederim” diye ellerine sarıldı. Ferit alçakgönüllü bir gülümseyişle: “Bir şey değil canım. Teşekküre değmez. Benim yerime kim olsa yapardı aynı şeyi” dedi. “Öyle deme. Yanımda bencil biri olsaydı önce kendi canını kurtarmaya bakar, kaçardı.” “Başkalarını bilmem. Ben insanlık görevimi yaptım sadece.” Eczaneye geldiler. Nuri Aslan deminki olayı eczacıya anlattı: “Bu arkadaşa can borcum var. Kendisine kefilim. Bugün ve daha sonra hangi ilacı isterse ver kendisine. Bir dediğini iki etme. Borcunu deftere yaz. Ne zaman verirse o zaman al, sıkboğaz etme” dedi. Eczacı ilaçları paket yapıp Ferit’in eline tutuşturdu. “Kapımız sizin gibi insanlara her zaman açık. İstediğiniz ilaçlar bizde olmasa bile başka yerden alıp size veririz. Hiç merak etmeyin, çekinmeyin” dedi. Ferit teşekkür etti. Tam kapıdan çıkarlarken Nuri geri döndü ve eczacıya: “Demin heyecandan düşünemedim, aklıma gelmedi. Benim ona olan borcum, böyle az bir yardımla ödenebilir mi? Sen ilaçların parasını hiç ondan isteme. Ne alırsa alsın, hepsinin parasını ben vereceğim.” dedi. Eczacı gülümseyerek başını salladı, “Tamam” dedi. Ferit sevinerek arkadaşının elini sıktı: “Sağ ol, var ol, bu yardımını unutmayacağım.” “Asıl sen sağ ol, senin gibi insanlar sağ olsun” dedi Nuri Aslan. “Sizler olmasanız bu dünyanın çivisi çıkar, insanlıktan eser kalmazdı. Bundan sonra dünya ahret kardeşimsin benim. Başka bir ihtiyacın varsa, hiç çekinme, söyle de yerine getireyim. Bana insanlık nedir, nasıl olurmuş öğrettin.”

Kitap Okumayanların Türlü Çeşitli Halleri

KİTAP OKUMAYANLARIN TÜRLÜ ÇEŞİTLİ HALLERİ Hoca camide vaaz veriyormuş. İçeriye bir adam girmiş. “Hocam, ben eşeğimi kaybettim. Bir soruverin bakalım. Eşeğimi gören var mı?” demiş. Hoca cemaate dönmüş. İçinizde kitap okumayan, sanatla uğraşmayan biri var mı?” diye sormuş. Biri ayağa kalkmış, “Ben varım, ben, demiş. Böyle boş şeylerle vakit geçirmem. Yer, içer, keyfime bakarım.” Hoca eşeğini kaybeden adama dönmüş, “Boşuna başka yerde arama, demiş. İşte eşeğin burada.” Adamın biri ölmüş. Öbür dünyada sorgu meleğinin karşısına çıkarmışlar. Sorgu meleği adama, “Sağlığında hiç sevdin sevildin mi?” diye sormuş. “Hayır” demiş adam. “Peki, kitap okudun mu, bilgi öğrenmek için dergi, ansiklopedi karıştırdın mı?” Adam bunlara da hayır deyince melek oradakilere, “Bir kanat getirin” demiş. Adam sevinçle, “Melek mi oluyorum?” diye ellerini çırpmış. “Hayır, demiş melek. Kaz oluyorsun!” Profesör İ. Hakkı Baltacıoğlu, öğrencilerine Sultanahmet Çeşmesi’nin güzelliğinden söz ediyormuş. Biri ayağa kalkmış,”Efendim, ben o çeşmeyi inceledim ama sizin söylediğiniz güzellikleri göremedim “. Profesör ona kitap okuyup okumadığını, güzelliklere düşkün olup olmadığını sormuş. Hepsine de hayır yanıtını alınca acı acı gülmüş. “Boşuna uğraşmayalım, demiş. Ne ben sana bu çeşmenin güzelliğini anlatabilirim ne de sen anlayabilirsin.” Severek oku, sevdiğini oku. Doğruluğu, iyiliği, güzelliği ilmek ilmek doku. Kitap okumayan hapı yutar. Bilgisizlik bataklığına düşer, çırpındıkça daha da batar. Kitap okursan, olamasan da bir balta sap, doğru yolu araya araya düşmezsin bitap. Rehberin olsun kitap, yerlerde sürünmeyi bırak, okumuşlar arasında kendine bir yer kap. Tapacak bir şey bulamıyorsan, kitaba tap. Maval okuyacağına kitap oku. O zaman, maval okumakla geçirdiğin zamana yanarsın, o günleri pişmanlıkla anarsın. Kimi “İnsan düşündüğü kadar insandır” demiş. Kimi “İnsan güldüğü kadar insandır.” Bilinçsiz, boş boş düşünmek, gülmek neye yarar, öyleyse insan okuduğu kadar insandır. Erhan TIĞLI