9 Mart 2013 Cumartesi

AĞLATMAMALI AŞK

AĞLATMAMALI AŞK Ağlatmamalı aşk Güldürmeli yüzümüzü Gül bahçesine çevirmeli Özümüzü... Dağıtmalı kara bulutlarımızı Yeşertmeli gönlümüzü Aşkın güzelliği Öyle bir yerleşmeli ki benliğimize Üzüntü, acı girememeli içeriye Başımızda esen sevda yeli Şiire döndürmeli öykümüzü Erhan Tığlı ****************** SEVENLER AĞLAMASIN Boyun eğme çileye ve kedere Diren tüm kötülüklere çirkinliklere Ağlama sakın boş yere Gülmek yakışır sevenlere Çünkü erişemez herkes Yaşamayı güzelleştiren O yüce değere Erhan TIĞLI **********

8 Mart 2013 Cuma

KADIN...

KADIN: SİLİNMEZ ADIN Kadın: Nerede iyilik, güzellik varsa, oraya doludizgin koşar atın. Kadın: Yerlerde sürünüyorsa kadın, dövülüyor sövülüyorsa; hak hukuk, adalet göstermeliktir, hepsini kaldırıp atın KADIN: Var diye yatın katın, istediğin kadını satın alacağını sanma sakın; eline geçecek vücuttur, ruh değil. Ona bütünleşmek istiyorsan önünde saygıyla eğil. Kadın: Sevecenliğin, özverin gençlere örnek olmalı, insanlık nedir bilmeyenlere anlatılmalı; yazılmalı insanlık defterinin en başına adın. Kadın: Aşkın gökkuşağıdır o; gönülden sevmek yoksa işin içinde, ona sadece cinsellikle yaklaşmak aşk değil, tuzağıdır. Kadın: İster her yanını kapatın, ister açın; yok edemezsiniz çekiciliğini, dişiliğini. Boşuna uğraşmayın. Bencil erkekler, o güzelliği kapalı kapılar ardında saklamayın. Kadın: Sevgin, ilgin, neşen ve gülümsemen coşturur ruhumuzu, doyulmaz tadın. Kadın: Sen varsan yanımızda, atarız mutluluğa çiçekli bir adım. Kadın: Sevgilisidir edebiyatın, anasıdır sanatın. O yoksa yetim kalır şiir, öksüz olur öykü. Kadındır dünyayı gökkuşağı renklerine bezeyen türkü. Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com *******************

7 Mart 2013 Perşembe

Papağanla kedinin komik videosu

İnsanlık Nerede?

İNSANLIK NEREDE? Bir türküde, “İndim dereye, taş bulamadım / Gönlüme göre eş bulamadım” deniliyor. Eş yerine iş, aş da diyebiliriz. Taşların bağlandığı, köpeklerin salıverildiği bu devirde Zalime atmak için taş da yok. Lokantalarda, çarşı ve pazarda sağlıklı yiyecek bulmak o kadar zor ki... Yani eş bulmakla bitmiyor iş. İyilik, güzellik azaldı ama çevre kirliliği, gürültü, anarşi, terör bol miktarda var. Yaşamak pahalı, ölmek ucuz. Üstelik kötülüğe, çirkinliğe alıştık, göz yumarak, aldırmayarak daha da çoğalmaları için var gücümüzle çalıştık... “Bu viran ülke ve bu yoksul insan kütlesi için ne yaptın? (...) Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin. (...) O, kara toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte her yanın kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.” diyen Yakup Kadri ne kadar da haklı. Kendimi bir “Yaban” gibi hissediyorum ve sözde okur-yazar ama kitap okumayan, mektup bile yazmayan kişilerin kirli sokaklarında bir yabancı gibi dolaşıyorum. Magandalar birbirlerine eşek şakaları yapıyorlar, yedikleri yiyeceklerin artıklarını yerlere fırlatıyorlar, itişip kakışarak gelip geçenleri rahatsız ediyorlar ama kimse ses çıkar(a)mıyor, üstelik aman başım belaya girmesin, bana bulaşmasınlar da ne yaparlarsa yapsınlar, diye oradan hızla uzaklaşıyor herkes. İsmet İnönü’nün, “Namuslular en az namussuzlar kadar cesur olmalıdırlar” sözü geliyor aklıma. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın, dersek yüz bulur, astar ister böyleleri. Susma, sustukça sıra sana gelecek. Bu tür kişiler çoğalacak, rahat, huzur elden gidecek” diyorum ama kimse oralı olmuyor. Aklıma bir Bektaşi fıkrası geliyor: Kibar bir gence bir arkadaşı eşek demiş. Şimdiye dek böyle bir hakarete uğramayan genç bunu hazmedememiş, düşüp bayılmış, bir türlü ayıltamamışlar. O sırada oradan geçmekte olan bir Bektaşi durumu öğrenmiş, gencin kulağına eğilip bir şeyler söylemiş. Geç bir süre sonra ayılmış, gülerek çekip gitmiş. Oradakiler bunu nasıl yaptığını sormuşlar. Bektaşi gülerek, “Çok kolay, demiş. Genç daha önce kendisine eşek denilmediği için, bu söz çok ağırına gitmiş ama ben kulağına kırk kere eşek deyince alıştı, hiç yadırgamadı.” Azalan insancıllığa, çoğalan hayvanlığa bakıyorum da, fıkradaki genç gibi olmak üzereyiz diye düşünüyorum ve Nabi’nin bir beytini değiştirerek şöyle diyorum: Bende tepki yok, onda insanlıktan zerre İki yoktan ne çıkar, düşünelim bir kere.

5 Mart 2013 Salı

MÜSADENİZLE...: ÇOK ÖZEL

MÜSADENİZLE...: ÇOK ÖZEL:       Dün söz verdiğim üzere bugün Paşabahçe'nin çok özel serisini sizlerle paylaşıyorum.  Bütün fotoğrafları bizzat kendim çektim.Heps...

Yabancı Dil Fıkraları

YABANCI DİL- YALANCI DİL Bir duvar yazısında “Kolay iş bulmak istiyorsanız, yabancı dil öğreneceğinize yalancı dil öğrenin” deniliyor. Okullarda öğretilen(?) yabancı dile bakıyorum da bu öğretim öğrencilere ne kadar yabancı ve ne kadar yalancı diye düşünüyorum. Laf salatasını bırakalım da yabancı dil öğretimiyle ilgili birkaç gülünç olayla, fıkrayla baş başa bırakayım sizleri. SEN KALK FİLİZ! İngilizce öğretmeni anlattığı dersi kimsenin dinlemediğini, dinler görünenlerin de anlamadığını görünce kızdı, “Niye dinlemiyorsunuz?” diye sordu. Öğrenciler, “Dinliyoruz hocam” dediler. Öğretmen, “Şimdi anlarım ben kimin dinleyip dinlemediğini” diye mırıldanarak birden “Stendap piliz!” diye bağırdı. Kimse kıpırdamadı, birbirinin yüzüne baktılar. Bir kız ayağa kalktı, “Buyurun hocam” dedi. Öğretmen, “Aferin! Stendap pilizin lütfen ayağa kalkın demek olduğunu bir tek sen anlamışsın koskoca sınıfta” deyip kıza on verdi ve diğer öğrencileri azarladı. Teneffüste arkadaşları Filiz adlı kızın başına toplandılar, öğretmenin ne demek istediğini nasıl anladığını sordular. Filiz gülerek, “Aslında ben de anlamadım ama bozuntuya vermedim. Sen kalk Filiz, dediğini sandım da ondan ayağa kalktım” diye konuştu. ÇIKIN Öğrenciler İngilizce dersine geç kalmışlardı. İçeri girerlerken öğretmen “çıkın” dedi. Çocuklar şaşırarak dışarı çıkmaya hazırlandılar. Öğretmen nereye gittiklerini sordu. “Çıkın dediniz ya hocam!” Öğretmen güldü: “Ben size çıkın demedim, çikın yani tavuk dedim. Sakın size tavuk dediğimi sanmayın ha! İşlediğimiz konuda bu sözcük geçiyordu” diye konuştu. (Yukarıdaki fıkralar gerçektir ve bana öğrenciler tarafından anlatılmıştır.) KAHVERENGİ KULAK! Bu fıkraları anlattığım Ebru adlı bir komşumuz da şunları dile getirdi: İngilizce kompozisyon yazarken friend(arkadaş) yerine fried(kızarmak) sözcüğünü kullandım ve sonsuza kadar arkadaş olarak kalacağız demek isterken sonsuza kadar kızarmış olarak kalacağız demiş oldum. Gözlerim kahverengidir diyeceğim yerde de, kulağım kahverengidir dedim. Çünkü iki sözcük de e ile başlamaktaydı... BEN ÇANTAYIM Öğrenciliğimde bir tatil kentine gitmiştim. Çantamı dışarıda bırakıp bir mağazaya alışveriş yapmaya girdim. Tam bu sırada oraya iki turist geldi. Çantamı satılık sanıp ellerine aldılar. Mağaza sahibine bu çantanın kaç para olduğu sordular. Telaşla yanlarına koştum, çantanın benim olduğunu anlatmaya çalıştım ama turistler gülmeye başladılar. Mağaza sahibine, “Niye gülüyor bunlar böyle?” diye baktım. Adam, “Nasıl gülmesinler,” diye bir kahkaha attı. “Çanta benim diyeceğin yerde, ben çantayım, dedin!” (Bu olay sırasında lise son sınıf öğrencisiydim. Anlayın artık yabancı dil öğretiminin durumunu. Mağaza sahibi ilkokul mezunuydu ama çok pratik yaptığı için yabancı dili benden daha iyi biliyordu...) Erhan Tığlı *********

4 Mart 2013 Pazartesi

FİNCAN

Yaşlı kadın, bir antika dükkânından aldığı yüzyıllık fincanı özenle salon vitrinine yerleştirdi. Fincanın biçimi, üzerindeki işlemeler, renkler onun bir sanat eseri olduğunu söylüyordu. Ödediği fiyatı hatırladı; hayır, hiç de pahalıya almamıştı. Hayranlıkla fincanı seyretmeye devam etti. Derken, birden fincan dile geldi ve kadına şöyle dedi; “Bana hayranlıkla baktığının farkındayım. Ama bilmelisin ki, ben hep böyle değildim. Yaşadığım sıkıntılar beni bu hale getirdi.” Kadın şimdi hayret içindeydi. Önündeki kahve fincanı konuşuyordu! Kekeleyerek: “Nasıl? Anlayamadım?” diyebildi yaşlı kadın. “Demek istiyorum ki, ben bir zamanlar çamurdan ibarettim ve bir sanatkâr geldi. Beni eline aldı, ezdi, dövdü, yoğurdu. Çektiğim sıkıntılara dayanamayıp: “Yeter! Lütfen dur artık!” diye bağırmak zorunda kaldım. Ama usta sadece gülümsedi ve “Daha değil!” diye cevapladı beni. Sonra beni alıp bir tahtanın üzerine koydu. Burada döndüm, döndüm, döndüm. Döndükçe başım da döndü. Sonunda yine haykırdım: “Lütfen beni bu şeyin üzerinden kurtar. Artık dönmek istemiyorum!” Ama usta bana bakıp gülümsüyordu: “Henüz değil!” Derken beni aldı ve fırına koydu. Kapıyı kapayıp ısıyı arttırdı. Onu şimdi fırının penceresinden görebiliyordum. Fırın gitgide ısınıyordu. Aklımdan şöyle geçiyordu: “Beni yakarak öldürecek” Fırının duvarlarına vurmaya başladım. Bir taraftan da bağırıyordum: “Usta usta! Lütfen izin ver buradan çıkayım!” Pencereden onun yüzünü görebiliyordum. Hala gülümsüyor ve “Daha değil!” diyordu. Bir saat kadar sonra, fırını açtı ve beni çıkardı. Şimdi rahat nefes alabiliyordum, fırının yakıcı sıcaklığından kurtulmuştum. Beni masanın üstüne koydu ve biraz boyayla bir fırça getirdi. Boyalı fırçayla bana hafif hafif dokunmaya başladı. Fırça her tarafımda geziniyor ve bu arada ben gıdıklanıyordum. “Lütfen usta! Yapma, gıdıklanıyorum!” dedim. Onun cevabı ise aynıydı: “Henüz değil!” Sonra beni nazikçe tutup yine fırına doğru yürümeye başladı. Korkudan ölecektim. “Hayır! Beni yine fırına sokma, lütfeeen!” diye bağırdım. Fırını açıp beni içeri iteleyip kapağı kapattı. Isıyı bir öncekinin iki katına çıkardı. “Bu sefer beni gerçekten yakıp kavuracak!” diye düşündüm. Pencereden bakıp ona yine yalvardım, ama o yine “Daha değil!” diyordu. Ancak bu defa ustanın yanaklarından bir damla gözyaşının yuvarlandığını gördüm. “Tam son nefesimi vermek üzere olduğumu düşünüyordum ki, kapak açıldı ve ustanın nazik eli beni çekip dışarı çıkardı. Derin bir nefes aldım, hasret kaldığım serinliğe kavuşmuştum. Beni yüksekçe bir rafa koydu ve usta şöyle dedi: “Şimdi tam istediğim gibi oldun. Kendine bir bakmak ister misin?” Ona “Evet” dedim. Bir ayna getirip önüme koydu. Gördüğüme inanamıyordum. Aynaya tekrar tekrar baktım ve “Bu ben değilim. Ben sadece bir çamur parçasıydım.” “Evet bu sensin!” dedi usta. Senin acı ve sıkıntı diye gördüğün şeyler sayesinde böyle mükemmel bir fincan haline geldin. Eğer seni bir çamur parçası iken üzerinde çalışmasaydım, kuruyup gidecektin. Döner tezgâhın üstüne koymasaydım, ufalanıp toz olacaktın. Sıcak fırına sokmasaydım, çatlayacaktın. Boyamasaydım, hayatında renk olmayacaktı. Ama sana asıl güç ve kuvveti veren ikinci fırın oldu. Şimdi arzu ettiğim her şey var üzerinde.” Ve ben kahve fincanı, şu sözlerin ağzımdan çıktığını hayretle fark ettim: “Ustam! Sana güvenmediğim için beni affet! Bana zarar vereceğini düşündüm. Beni benden fazla sevip iyilik yapacağını fark edemedim. Bakışım kısaydı, ama şimdi beni harika bir sanat eseri yaptığını görüyorum. Benim sıkıntı ve acı diye gördüğüm şeyleri bana verdiğin için teşekkür ederim… Teşekkür ederim.” -- Ucuz insanlara pahalı gelmen senin değil onların suçu. Unutma ki, insan anlayana çok, anlamayana eksik görünür. Hepsi bu! - Gabriel Garcia Marquez

NEFERTETİ: HOŞgöRüNÜN sıNIRları:)

NEFERTETİ: HOŞgöRüNÜN sıNIRları:): Tepkisizlik hoşgörü müdür? Solduyumun dediğidir:)        Hoş gör sennnnnnnn, unut gitsin aldırmaaaaaaaaaa, büyüklük biz de kalsın sonu...

3 Mart 2013 Pazar

GÜLLÜ...

Gül dikildi ovaya koku saçtı doğaya bir kuş olup konaydım zeytin gözlü güzelin göğsündeki yuvaya

komik video