23 Mayıs 2024 Perşembe

Kitap ne işe yarar!?

KİTAP NE İŞE YARAR? Başlığa bakıp da size kitap hakkında nutuk atacağımı sanmayın. Kitabın ne işe yaradığını başımdan geçen acı tatlı olaylarla açıklayacak, dile getireceğim. Sıcaklar iyice artınca, arkadaşlarla turistik bir deniz kıyısına gitmeye, denizde yüzüp hoşça vakit geçirmeye karar verdik. Önce para biriktirdik. Paramız turistik kazık yemeye müsait hale gelince de yola çıktık. Herkes bir şey getirmişti yanında. Ali Ercan boğazına çok düşkün olduğu için bir paket fındık fıstık ve bisküvi ile gelmiş, Selim Sesli, annesinin yapıverdiği kurabiyeleri bir poşete yerleştirmiş, yanına almıştı. Ben kitap okumayı çok sevdiğim için kitap vardı elimde. Arkadaşlarım kahkahayla güldüler, “Acıkınca kitap yiyeceksin galiba” diye benimle alay ettiler, dudak büktüler. Ama kitabım işe yaradı. Arkadaşlarım sıkıntıdan patlarken ben kitap okudum. Vaktin nasıl geçtiğini anlayamadım. Bir süre sonra gideceğimiz yere vardık ve sahilde dolaşmaya başladık. Nereye gideceğimizi, ne yapacağımızı bilemiyorduk. Hemen kitabımı açtım. Daha önce başka bir kitaptan burası hakkındaki bilgileri yazıp kitabımın arasına koymuştum. Oraya bakarak arkadaşlarımı uyardım. Gezilecek, görülecek yerleri okuyuverdim. Böylece serseri mayın gibi dolaşmaktan kurtulduk. Tarihi, turistik yerleri gezerek bilgi edindik Bu arada denize girdik, güneşte yandık. Çok yorulmuştuk. Hemen otelimizi gidip yattık, güzel bir uyku çektik. Öyle uyumuşuz ki, içeriye hırsız girdiğini, paralarımızın çalındığını hiçbirimiz fark edememişiz. Burada bir düzeltme yapayım: Arkadaşlarımın paraları çalınmıştı ama benimkiler yerinde duruyordu. Neden mi? Paralarımı kitabımın arasına koymuştum da ondan! Bu devirde kimse kitap okumadığı, kitap okumayı bırak, kitabın kapağını bile açmadığı için paralarıma gel gidelim diyen olmamıştı... Bizimkiler ne yapacaklarını şaşırdılar. Otelci, “Paralarınızı emanete verseydiniz” diye sorumluluk kabul etmedi. Polisler yardımcı olmadılar. Çaresiz kalınca benden borç istediler. Kabul ettim ama param çok olmadığı için lokantada çorba, pilav ve bol ekmekle karnımızı doyurmak zorunda kaldık. Lokantada otururken kitabımı açtım, içine daha önce koymuş olduğum bir kâğıda arkadaşlarıma kaç para verdiğimi, paramın kaç gün yeteceğini hesaplayıp yazdım. Arkadaşlarım, “Şef, lokantadaki yemeklere not veriyorsun galiba. Nasıl, verilen hizmetten memnun kaldın mı, pilav iyi pişmiş mi, çorbanın kıvamı yerinde miydi?” diye göz kırptılar. Bir şey demedim. Başımı sallamakla, gülümsemekle yetindim. Bir süre sonra masamıza koca bir tabak salatayla kebap gelmesin mi! Şaşırdık, “Bunları biz ısmarlamadık” dedik. Garson, “Müessesimizin ikramıdır” diye beni gösterdi. “Şef, inşallah beğenir” deyip gitti. Bozuntuya vermedik, getirilenleri mideye indirdik. Bizden yiyip içtiğimiz suyun, çorbayla pilavın parasını da almadılar. Foyamız meydana çıkmasın diye oradan çabucak uzaklaştık ve sahildeki bir çay bahçesine gittik. Baktım, yan masada, lokantada bana bakan, göz süzen kız oturuyor, “şef” olduğumu duymuş olacak ki, gene gözlerini benden ayıramıyor. Kitabımın arasındaki bir kâğıda adımı ve telefon numaramı yazıp sandalyemi sandalyesine yaklaştırdım, kulağına eğilerek, “Kitap okumayı sever misiniz?” diye sordum. Kitabımı kendisine uzattım. Gülerek aldı, sayfalarını karıştırdı, kâğıdımı alıp cebine koydu, kendi telefon numarasını bir sayfaya yazdı. “Güzelmiş” deyip kitabımı geri verdi. “Sizin kadar güzel olamaz herhalde” dedim. Teşekkür etti. Buraya arkadaşlarıyla geldikleri belliydi. Kızlı erkekli gruptan bir delikanlı, herhalde kıza ilgi duyuyor olmalı ki, benimle konuştuğunu görünce kızdı, “Ne dedi o sana, sen ne dedin?” diye homurdandı. “Hiç” dedi kız. Delikanlı gruptakilere beni göstererek bir şeyler söyledi. Onlar da merak ve öfkeyle bana baktılar. Biraz sonra da çekip gittiler. Giderlerken kız bana kaçamak bir bakış fırlattı. Elimle güle güle işareti yaptım. Arkadaşlarım sırtıma vurdular, “Hadi tavladın kızı! Helal olsun! Kaşla göz arasında nasıl becerdin bu iş, yoksa elindeki kitaptan mı öğrendin bu numaraları?” diye takıldılar. “Kitabın faydası var ama aramızda bir elektriklenme oldu, gerisi sonra geldi” diye gülümsedim. “İstersen takip edelim şef. Korkma, yanında biz varız” dedi Ali Ercan. “Korktuğum falan yok. Başımızı belaya sokmayalım. Hem şu şef lafını bırakın. Gerçi lokantada işe yaradı ama her yerde sökmez. Ters tepki verebilir” diye konuştum. Selim Sesli, “Para sende olduğuna göre şef de sensin, müdür de sensin” dedi. “Paranın ne önemi var? Mühim olan insanlık” diye bir şarkı mırıldandım ama buna kendim de inanmadım... Bir süre oturduktan sonra kalktık, dolaşmaya çıktık. Gezerken, gene o grupla karşılaştık. Demin kıza çıkışan delikanlı horozlandı: “Siz bizi mi takip ediyorsunuz lan!” diye bağırarak üstüme yürüdü. Elimdeki kitapla gözünün üstüne öyle bir vurdum ki, seninki neye uğradığını şaşırdı, sendeledi. Arkadaşlarım da diğer gençlere birkaç yumruk atınca, geri çekildiler, bizim kabadayıyı yalnız bıraktılar. Kızların çığlıklarını duyanlar başımıza toplandılar. Pabucun pahalı oluğunu gören grup geri çekildi. Kız da ister istemez onlarla gitmek zorunda kaldı. Birbirimize telefonlaşma işareti yaptık. Ortalık durulunca arkadaşlarımla konuştum. Hem cepteki para azaldığından hem de artık burada kalmak tehlikeli olacağından, geri dönmeyi kararlaştırdık. İlçemize vardığımızda elimdeki kitabı öpüp başımın üstüne koydum: “Sağ ol! Senin sayende kazasız belasız döndük kentimize. Dost olduğunu kanıtladın her halinle” dedim. Arkadaşlarım da yarı şaka yarı ciddi kitabı öpüp başlarına koydular, bundan böyle ellerinden kitabı eksik etmeyeceklerini söylediler. Kitabım sevindi, güldü, allı güllü çiçeklere büründü. Erhan Tığlı *******************

22 Mayıs 2024 Çarşamba

İnsan olmak zordur

İNSAN OLMAK ZOR! Kiminin sırtına binerler de Hiç aldırmaz Kiminin ciğerini sökerler Ama farkına varmaz Üstelik işe yarıyorum İyilik ediyorum diye Duyar haz... Kimi kedidir köpektir Miyavlamadan, havlamadan duramaz Kimi eşektir kimi kaz Koşar her işe hiç etmeden naz Bir gün bey gibi yaşayamaz... Kurt tilki yılan çıyan solucan... Türlü çeşitli hayvan barınır kişilerde İnsan olmak zordur biraz! ERHAN TIĞLI *************

ÜZÜLME SAKIN

ÜZÜLME SAKIN Bitecek soğuklar gidecek kara kış Ayaz çamur ve kar... Bahar gelecek bir daha bahar Kaplayacak her yanı Dost bakışlı kilimler halılar Ama ben olmayacağım bir tanem Sana sevgiyle bakan gözlerim Güzel sözler yazan ellerim Toza toprağa karışacak Sakın üzülme Beni doğada ara Çiçeklere bak allı güllü çiçeklere Onlara sinmiştir sevgim suretim çünkü Ben çiçeklerdeyim çiçeklerleyim Çiçeklerde atıyor kalbim... Zamanla sararıp solsam bile Aşkın güzelliğiyle Gene çiçekleneceğim Erhan Tığlı

YIL_AN

YIL-AN Amaann! Dört nala koşan atlar gibi geçiyor zaman Çilenin rüzgarı yaman esiyor yaman Uğruna can vermeye hazır olduğum Dünya denilen canan Başkalarına devayı dert ediyor da ihsan Bana verdiği armağan(!) Hep hüzün adlı yılan… Kaçıp kurtulmak istiyorum bu soygundan Bitsin diyorum talan Ama geçit vermiyor Yaşamak diye adlandırılan Balta girmemiş orman… Amaann! Daha ne kadar sürecek bu vurgun bu yalan!?

DELİLERİN ŞAHI

DELİLERİN ŞAHI- ENAYİLERİN PADİŞAHI Deli bunlar canım, hem de zırdeli, hınzır deli, muzır deli... Zaten Dereköy’den adam çıkmaz. Delilerin şahı, enayilerin padişahıdırlar. Kafadan kontak ve dahi manyaktırlar. Aralarında aklı başında bir tek adam yoktur. Deli olmasalar eski köye yeni âdet çıkarırlar da başlarını belaya sokarlar mıydı? Sonradan değil, atadan deli bunlar. Vakti zamanında padişah bir ferman çıkarmış, “Her köyden bir deli gelsin” demiş. Dereköylüler ben gideceğim, sen gideceksin diye birbirlerine girmişler, kavga dövüş etmişler; kolu bacağı kırılmayan, kafası yarılmayan kimse kalmamış. Padişah da “Dereköyden kim gelirse gelsin” demek zorunda kalmış. Böylece birinciliği kimseye kaptırmamışlar... Delidir, ne halt etse yeridir değil mi? Kimseye zararları okunmasın diye böylelerini toptan tımarhaneye kapatacaksın ya da köylerini karantinaya alacaksın, oraya geliş gidişleri yasaklayacaksın, delilik bulaşmamış çocuklarını da alıp başka bir yere yollayacaksın. Yoksa delilikleri dört bir yana yayılır; devletin çivisi oynar, gemi su alıp batar. Bunların deliliklerini merak ediyorsunuzdur. Hangi birini saymalı? Bir kere hep muhaliftirler. A partisi mi seçimi kazanacak gibi görünüyor, bunlar hemen B partisine oy verirler. B partisi iktidar olursa oyları A partisine gider. İşte böyle ters adamlardır. Seçimi hangi partinin kazanacağını anlamak istiyorsanız, bunların hangi partiye oy verdiklerine bakın. İşte bu yüzdendir ki, köylerine tek bir çivi bile çakılmamış, hiçbir yatırım yapılmamıştır. Ama gene de akıllanmazlar, burunlarından kıl aldırmazlar. Dediğim dedik, hödüğüm hödük takımındaki yerlerini asla kaptırmazlar... Bir başka delilikler şu: Köylerine vali, milletvekili gibi büyük bir adam geldiği zaman, durumlarına göre dana, koyun, tavuk kesip onları ağırlayacaklarına, yaşa, bravo diye alkışlayacaklarına, çay bile ısmarlamazlar. Üstelik adamcağızları ahret sorularıyla terletirler, sorguya çekerler. Geldiklerine geleceklerine bin pişman ederler. Büyük adam usulen “nasılsınız” diyecek olsa, “sağ ol” çekip, “İyiyiz. Sağlığına duacıyız. Sayenizde geçinip gidiyoruz. Hiçbir yaramazlık yoktur. Sırtımız pek, karnımız toktur” diyeceklerine, “Durum vaziyetleri çok kötü. Aşımız ottur, halimiz moktur. Siz orada bal kaymak yerken, biz burada kuru ekmeğe talim ediyoruz. Bu mu eşitlik, bu mu adalet; biz mi efendiyiz siz mi?” derler, servet düşmanlığı, bölücülük ederler. Can sıkar, moral bozarlar... Bizde de vardır üç beş muhalif, birkaç densiz. Ama biz onları aramızda eritiriz. Uzaklardan yorgun argın gelen sayın büyüğümüzün rahatı kaçmasın, suratı asılmasın diye böylelerinin ağızlarını açtırmaz, kem söz söyletmeyiz. Aldığımız bütün önlemleri aşarak soru sormaya, akortsuz sesler çıkarma kalkarlarsa, zurnacı zekiye bir işaret çakar, İzmir marşını çaldırırız. Hele bir de davulcumuz davulunu gümletip yeri göğü inletmeye başlarsa, muhaliflerin çatlak sesleri duyulmaz, anlaşılmaz olur. Duyulsa bile sinek vızıltısına döner... Fazla zamanınızı almayayım, boşuna meşgul etmeyeyim de Dereköylülerin deliliklerinin test edilip onaylandığı son olayı anlatıvereyim sizlere. İlçemize yeni bir kaymakam atandı. Kendini göstermek, bir şeyler yaparak, adını belletmek istediği için bütün köyleri dolaştı, köylerin ileri gelenlerini toplayıp bir nutuk çekti. “Boş oturmayın. Faaliyette bulunun. Basında, medyada köyünüzün, ilçenizin adını duyurmaya çalışın. Yan gelip yatanları, kahvelerde pinekleyenleri yakarım!” diye bağırdı. “Boş durmuyoruz ki. Tarla, bahçe işleri bizi bekliyor. Hem maddi durumumuz pek müsait değil. Hangi parayla faaliyet yapacağız?” diyecek, şimşekleri üstümüze çekecek değildik ya. Emir demiri kesermiş. Kaymakam bey kararlı görünüyor. İtiraz dinlemeyeceğe benziyor. Eşekten düşmüş karpuza dönmeyelim diye hemen baş eğdik, gerdan kırdık. Hep bir ağızdan, “Emriniz baş üstüne. Siz hiç merak etmeyin. Elimizden geleni yaparız” dedik. Daha sonra da neler yapacağımızı tartışmaya başladık. Ömrünün çoğunu büyük kentlerde geçirmiş, feleğin çemberinden geçmiş Çetin Çevik hemen öne atıldı: “Arkadaşlar! Boşuna vakit kaybetmeyelim. Bu işler uzun uzadıya düşünmekle olmaz. Geç kalırsak çabalarımız boşa gider. Hem bizim gibi adamların düşünmesi iyi değildir. Düşünen kafalara tehlikeli fikirler üşüşür, büyüklerimiz her şeyi bizden daha iyi düşünür. Yapacağımız tek şey var. Bir futbol takımı kuralım. Çünkü futbol denilince akan sular durur, reytingler tavana vurur! Sayın büyüklerimizin elbet bir bildiği vardır. Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur. İşi sağlama bağlamak için de futbol en iyi, en güzel yoldur” dedi. Doğru söze ne denir! O bakımdan hiç itiraz etmedik. Bu teklifi hemen kabul edip çabucak eyleme geçtik! Yani eski bir merayı futbol sahası haline getirdik. Kale direklerini de dikip yedekleriyle birlikte yirmi kişilik bir takım hazırladık. Sabah akşam antrenman yaptırarak gençlerimizi forma soktuk. Oyuncularımız maç yapmaya hazır olunca da çevre köylere haber saldık, maç teklif ettik. Açılışa kaymakam beyimizi davet ettik. Bu iş o kadar hoşuna gitti ki, maçta bir süre oynadı ve gol attı. Gazetelerde sporsever kaymakam diye resimleri çıktı. Bizi hararetle kutladı. Örnek köy ilan edip ödül ve plaket verdi. Yönetim kurulumuzun yanaklarından öptü, futbolcularla tokalaştı... Dereköylüler ne yapsa beğenirsiniz? Köylerine bir okuma odası açmışlar. Sağı solu velveleye vermişler, kitaplık için kitap bağışı istemişler. Bir tiyatro kurup sahneye oyun koymaya kalkmışlar. Okuma odalarına hep aşırı yolcuların kitapları gönderilmemiş mi! Bu kitapları da bizim deliler hiç incelemeden, bilen kişilere bunlar sakıncalı mı değil mi sormadan kitaplıklarına yerleştirmişler. Bu yetmemiş gibi, gelen kitapları kaymakam beye iftiharla göstermişler. Ama silahları geri tepmiş, kaymakam bu aferin delilerini bir güzel haşlamış. Hele bir de sahneye koydukları oyunu seyredince küplere binmiş. Meğerse oynadıkları oyunun yazarı aşırı yolcuymuş, eserde de bir kaymakam eleştiriliyormuş... Yerin dibine sokuldukları yetmiyormuş gibi, soruşturma ve kovuşturmalardan başlarını kurtaramadı bizim deliler. Aylarca karakollarda, mahkemelerde süründüler. İşlerinden güçlerinden oldular. Mahkemeye gidip gelmekten yetiştirdikleri ürünlerine gereği gibi bakamadılar, hepsi ya çürüdü ya da kurudu kaldı; yel üfürdü, su aldı... Akılları başlarına gelse de, “Biz ettik, sen etme kaymakam bey. Ettik bir cahillik. Kusura bakma. Özür dileriz. Affet bizi. Pişmanız. Ne yaptığımızın farkında değiliz. İyi niyetimizin kurbanı olduk. Büyüklüğüne sığınıyoruz. O kitapların tehlikeli olduğunu bilsek, duysak kitaplığımızdan içeri sokar mıydık, o oyunun ucunun size dokunduğunu anlasak oynamaya kalkar mıydık? Boyumuzdan büyük işlere kalkıştık” deseler iş bu kadar uzamazdı. Ama nerde... “Biz kötü bir şey yapmadık. Kültürün gelişmesi, kitap okumanın yaygınlaşması için çalıştık. Başkaları gibi işi ayağa düşürmedik” demişler, bize taş atmışlar, sportif faaliyetimizi küçümsemişler. Ama kaymakam derslerini vermiş, hadlerini bildirmiş. Elini masaya vurmuş; “Benim ödüllü köyüme dil uzatmayın bakayım. Kedi erişemediği ciğere pis dermiş. Ona buna çamur atmayı bırakın da bu dertten nasıl kurtulacağınızı düşünün” diye bağırmış. Deliler bu uyarıyı dikkate almadıkları gibi zeytinyağı gibi üste çıkmışlar: “Okuma sevgisi aşılamak, tiyatro sanatına hizmet etmek suç mu? Kültür hizmetimizden dolayı bizi kutlamanız gerekirdi aslında. Ama siz milletin efendisi olan bizi aşağılıyor, azarlıyorsunuz. Kitaplığımız belki yetersizdi, oyunu da tam canlandıramamış olabiliriz. Teşvik etmeniz, yol göstermeniz gerekirken uğradığımız bu kötü muamele moralimizi bozdu. Sizden böyle bir şey beklemiyorduk doğrusu” diye ukalalık etmişler. Şu işe bak! Ne demişler: kafa kalın, beyin boş; tut kulağından çifte koş. Çift sürmek traktörlerle yapılıyor artık. Bu yüzden çifte koşulmaya da yaramaz böyleleri. Yahu, hiç büyük başlarla aşık atmaya kalkılır mı? Deliyle devlet bildiğini işler. Bizim gibilere de karşıdan bakmak düşer. Dediği dedik, çaldığı düdüktür onların. Başının belaya girmemesi için ne derlerse peki diyeceksin. “Salla başını, al maaşını” diye boşuna mı demişler a hödükler! Kaymakam bey gerekeni yapmış tabii. Hemen zile basmış, bizim delileri jandarmaya teslim etmiş. Bu gidişle burunları daha çok sürtülür. Ama ben onlara değil, çoluk çocuklarına acıyorum. Ünlü sözdür; ölüsü olan bir gün, delisi olan her gün ağlar. Görünen köy kılavuz istemez. Davaları babadan oğula sürecek bu gidişle. Gözyaşları dinmeyecek. Nereden mi biliyorum? Avukat tutmuşlar kendilerine bizimkiler. Güya kendilerini savunacaklar, haklarını arayacaklar. Sanki paraları pek çokmuş gibi, bir de avukata para yedirecekler, işi uzatacaklar. Git gel, yollar boş kalmasın. Bunlarınki o hesap işte... Neyse, bırakalım onları da ne halleri varsa görsünler. Kendi düşen ağlamaz. Zaten dedelerimiz derdi de inanmazdık. Şimdi iyice inandık artık. Başka yere yağmur yağar, Dereköy’e deli yağarmış. Bunların delilikleri akla fikre sığmazmış... Haftaya maçımız var. Buyurun gelin. Kaymakamımız da oynayacak ve gol atacak. Nereden mi biliyorum? Meslek sırrıdır, söylenmez!

21 Mayıs 2024 Salı

Manyak Olmak Bedava!

MANYAK OLMAK BEDAVA! Çoğu kişi, doktor olmadığı halde teşhis koymaya bayılır. Sözgelişi, bir yerimiz ağrısa dudak büker, biraz düşünür, bilgiç bir tavırla, “Sende şu hastalık var” der. Demekle yetinmez, otlu önerilerde bulunur: “Sabah akşam yeşil çay iç. Kekik, keten tohumu da iyi gelir. Hele tarçını hiç ihmal etme. Günde iki bardak rezene çayı içtin miydi hiçbir şeyin kalmaz...” Dediklerinin hepsini yapmaya kalksan için dışın rezene çayı, tarçın, kekik, keten tohumu olur; yemeğe, su içmeye vakit bulamazsın. Miden bulanır, karnın ağrır... Canın sıkılsa, moralin bozuk olsa depresyon geçirdiğini ileri sürer. Saçma önerilerine kızıp bağırsan, “sende stres var. Adaçayı ile ıhlamur içersen rahatlar, ferahlarsın” diye akıl verir. Daha buna benzer neler derler neler... Bu teşhis koyma hastalığı büyüklerden gençlere, hatta çocuklara sıçradı. Günümüzün moda sözcüğü “manyak”! Davranışlarını beğenmedikleri kişilere “manyak” yaftasını yapıştırıveriyorlar hemen. Hobi bile manyaklık sayılıyor. Ne yapsan manyaklıktan kurtulamıyorsun. Bence herkeste manyaklık aramak da bir çeşit manyaklık! “Yahu sen ne manyak adamsın be! Para kazanıp köşeye dönmeye çalışacağına, beş para etmeyen yazılar, şiirler yazıp duruyorsun...” “Kardeşim, sen manyak mısın, yoksa tipin mi öyle gösteriyor? Borç para verilir mi bu devirde? Borcunu veren enayi sayılıyor. Sen o paranın üstüne bir bardak soğuk su iç.” “Manyağa bak! Zengin kısmete hayır dedi de, gitti bir çulsuza vardı. Neymiş, seviyormuş. Aşk üç günlüktür. Zenginlik ise ömür boyu rahatlık verir.” “Ben sana manyak demeyeyim de kime diyeyim? Sanat karın doyurur mu? Ressamlar aç geziyor. Yazarlar da hapse tıkılıyor. Bol paralı meslek seç kendine.” Geçenlerde bir duvar yazısı okudum. Şöyle diyordu: “Aşk bir göldür; içinde manyaklar yüzer.” Bir süre önce de bir kabadayı, rakiplerinden birine, “Ulan! Seni mermi manyağı yaparım be!” diye medyan okuyordu... Komşunun beş yaşında bir çocuğu var. Almanya’da doğduğu, büyüdüğü için pek Türkçe bilmiyor. Memlekete tatil geldiklerinde, oyun oynadığı çocuklardan Türkçe öğrenmeye çalışıyor. Yeni bir sözcük öğrendiği zaman seviniyor. Geçenlerse annesinin yanına gelmiş, mutlu bir gülüşle, “Bugün yeni bir sözcük öğrendim anne!” diye bağırmış. Annesi merakla, “Ne öğrendin oğlum?” diye sormuş. “Manyak!” “Niye bana manyak diyorsun bakayım?” “Ben demiyorum. Arkadaşım dedi.” “Ne şey arkadaşın var senin öyle. Başka öğretecek söz bulamamış mı?” “Öğretmedi, bana manyak dedi. Manyak ne demek anne?” Anne çocuğunu üzmemek için yalan söylemiş: “Manyak; iyi, güzel demek oğlum.” Çocuğun hoşuna gitmiş bu manyaklık. İkide birde söylemeye başlamış: “Yemek çok manyak olmuş anne. Eline sağlık!” “Bugün manyak biriyle tanıştım.” “Yeni aldığın gömlek hiç de manyak değil. Beğenmedim.” İşin tuhafı, bu sözü eve gelen konuklara da söylemiş. Kendisiyle ilgilenip başını okşamışlar, hoşuna gitmiş bizimkinin Coşmuş: “Bu manyaklar her zaman gelsin evimize!” demiş annesine. *** Ancak uzman doktorların teşhis koyduktan sonra söyleyebileceği manyaklık özelliği, çoluk çocuğun diline düşerse böyle olur işte! Söz aramızda, tıp fakültesinin yanından bile geçmemiş ve de kendi derdine derman olamadığı halde, başkalarına ilaç sunan, akıl veren doktorlar(!) pek çok. Ama toplumumuz gene de hastalıktan kurtulamıyor bir türlü. Hele politika doktorları, halkı tedavi edeceklerini, onları dertten kurtaracaklarını söyleyerek başa geçiyorlar da, hastalıkları azaltacaklarına çoğaltıyorlar büsbütün. Kendileri hastalığın ta kendisi oluyorlar, söz ve davranışlarıyla bizi hasta ediyorlar. Öldürmekten, kan dökmekten zevk alan manyak teröristlere karşı gereken önlemleri almıyorlar, lafla vakit geçiriyorlar, birkaç kınama mesajıyla görevlerini yaptıklarını sanıyorlar! Bu durumda, biz manyak olmayalım da kim olsun? ***** Erhan Tığlı

19 Mayıs 2024 Pazar

Türküleşsin Dünya

TÜRKÜLEŞSİN DÜNYA Atın sigarayı ağzınızdan, çıkarın derdi tasayı kafanızdan. Dudağınızda sigara yerine türkü taşıyın. Her gün bir türkü tutturun, alışın türkü söylemeye. Bir türkünüz olsun söylenecek. Kızdığınız olaylardan türkü söyleyerek alın hıncınızı. Bir türkü tutturun, bir türkü tüttürün doğan güne karşı. Türküler silsin içinizdeki isi, dumanı. Şöyle deyin örneğin: Sigaranın dumanı/ Yoktur IMF’nin imanı/Gelmeyecek mi daha/ Kredisiz yaşama zamanı?/ Dışa bağımlı olursan/ Dinlemez kimse “aman”ı. Hep paramız dalgalanacak değil ya. Biz de dalgalanırız arada sırada. Hemen başlayın ı zaman türkünüze: “Coştum yine dalgalanıyorum ben/Üç kadeh içtim sevdalanıyorum ben.” Kendinizi pek yalnız, dostsuz, arkadaşsız mı hissediyorsunuz, başlayın türküye: “Hey dingala dingala/ Kömür koydum mangala Amerika, Avrupa dostum çok/ Çalkala yavrum çalkala!” Bakkala gidip bir şeyler almak istediniz ama cebinizde para yok. Üzülmeyin, türküye sığının: “Yaz tahtaya bir daha/Tut defteri hesabı/Sarı çizmeli Mehmet ağa/Bir gün öder hesabı...” deyiverdiniz mi tamam. Ama dikkat edin ha! Bakkal da size, “Veresiye vere vere kalmadı/ Allah canımı almadı” türküsünü söylemesin... Sabahleyin kalktınız. Terslikler üst üste geldi. Elektrik yanmadı, sular akmadı, buzdolabı tamtakır kuru bakır. Kahvaltı yapamadınız. Beklediğiniz otobüse kalabalıktan bir türlü binemediniz. İşinize geç kalmamak için yayan yapıldak yollara düşmek zorunda kaldınız ve karda kışta çamurların içine daldınız. Sakın kızıp köpürerek masmavi gününüzü karartmaya kalkmayın ha! Olur böyle vakalar...Beterin beteri var. İşsiz de kalabilirdiniz. Olmayacak şey mi yani? Çatlasanız patlasanız da neyi değiştirebileceksiniz ki tek başınıza. Öfkeyle kalkanın zararla oturacağını unutmayın da uslu uslu türkünüzü okuyun bakayım. Tek tek basaraktan, bade süzerekten, inci dizerekten gel canım gel aman... Kim mi gelecek? Güzel günler gelecek. Zaten onun geleceği umudu değil mi bizleri yaşama bağlayan, sabretmemizi sağlayan. Umut eski bir türküdür, hiç bıkmadan söylenen gündüz gece, tümce tümce, hece hece. Eskidir ama yeniye açıktır kapısı, sağlamdır yapısı. Umut türküsüdür yeşerten mutluluğumuzu. Öyle bir türküdür ki o, filizlenir, dallanıp budaklanırız onunla, çiçek açarız, meyve veririz, karamsarlığın, kötümserliğin canına okuruz. Doğruluğu, iyiliği, güzelliği kilim gibi dokuruz. Sımsıcak bir sevda soluğuyla türküleşti mi dünya, gel de türkü söyleme doğayla birlikte. Gel de doğmasın içine burcu burcu bir tutku, yaşama sevinci. Anadolu da bir türküdür bilene, görene, anlayana. Gelin soldurmayalım onu, sulayalım özsuyumuzla, canlandıralım emeğimizle, çabamızla. Başarılarımız kılıç olsun keskin, geriliği, tutuculuğu yensin. Kalksın ortadan kavga, kin. Ekinimiz yeşersin. Sıcacık ekmek olsun yaşamak, paylaşalım kardeşçe, yaşayalım özgürce. Erdem, özveri yolunda yürüyelim gündüz gece. “Görecek günler var daha Aldırma gönül aldırma!” Erhan Tığlı
Not: Türküleşsin Dünya kitabımdan alınmıştır.